- Kayıt
- 21 Haziran 2009
- Mesaj
- 768
- Tepki
- 39
Bugün dünyanın oluşumu üzerine bilimsel araştırmalara dayanan bilgilerimiz vardır. Buna paralel olarak bilim adamlar, insanın yeryüzünde doğuşu ve gelişimi üzerine de, geçen yüzyılın başlarından bu yana ilgiyle eğilmişlerdir. Dünyanın yaratılışından insanlığın yeryüzünde görünüşüne dek geçen milyonlarca yıl, radyo karbon araştırmalarıyla çok az bir zaman hatasıyla belirlenmiştir. Buzul çağı’nın çeşitli devirlerinde insan elinin, aklının eserleri gün ışığına çıkarılmış ve insanın kendini hayvandan ayırması, kendi kendini yaratması, düşünce ve inançları, bu eserlerin analizi sonucunda ortaya çıkarılmış ve böylece insanoğlunun ilkel çağlardaki geçmişine ışık tutmak mümkün olmuştur.
Astronomik hesaplara göre:
1- Tertier (tersiyer): 1 000 000-600 000 yılları arası 600 000’den biraz önce Australopi thecus insanı yaşamıştır.
2- Birinci Buzul Çağı: 600 000-550 000 yılları arası Pithecanthropus ve Cava Meganthropus’u yaşamıştır.
3- Birinci Sıcak Çağ: 550 000-480 000 yılları arası
4- İkinci Buzul Çağı: 480 000-420 000 yılları arası
5- İkinci Sıcak Çağ: 420 000-230 000 yılları arası Pekin Sinanthropus’u ve Cava Pithecan thropus’u yaşamıştır.
6- Üçüncü Buzul Çağı: 230 000-180 000 yılları arası
7- Üçüncü Sıcak Çağ: 180 000-118 000 yılları arası
8- Dördüncü Buzul Çağı: 118 000-10 000 yılları arası
Dördüncü buzul çağı’nın Aurignacien döneminden itibaren Solutreen ve Magdalenien devirleri, Buzul Çağı sanatı bakımından en ilgiye değer eserlerini vermiştir.
Aurignacien 60 000-40 000 yılları arası (İ.Ö)
Solutreen 40 000-30 000 yılları arası
Magdalenien 30 000-10 000 yılları arası
İ.Ö. 10 000 yılından itibaren tekrar Sıcak Çağ başlamıştır ve halen dördüncü sıcak çağ içinde bulunuyoruz.
Magdalenien’in sonuna, yani İ.Öi 10 000 yıllarına kadar olan çağ,Eskitaş Çağıdır. Yenitaş çağı da aşağı yukarı Tunç Çağı ile başlamaktadır. Eskitaş çağı ile yenitaş çağı arasındaki son zamanlarda Mezolitik Çağ diye adlandırılan Ortataş Çağı yer alır. Mezolitik Çağ’ın I.Ö.7000 yıllarından 4000 hatta 2000 yıllarına kadar uzadığı görülmektedir. I.Ö.4000 yıllarından sonra da Bronz Çağı başlamaktadır. Yenitaş Çağı dediğimiz Cilalı Taş Çağı da gene bronz çağı ile beraber gelişmektedir.
İ.Ö.1 000 000 ile 150 000 yılları arasında yaşayan insanların iskeletlerini inceleme, geçen yüzyılın bilim adamlarını meşgul etmişti. Dünya yüzünde ilk insan izlerine, ilk defa Cava adasında rastlanmıştır. Fakat şimdiye dek yapılan kazılarda bulunan en eski insan iskeleti Güney Afrika’da 1 000 000 ile 600 000 yılları arasında yaşayan Afrika Australopithecus grubuna aittir. Bu insan maymunun kafatası yükseklikleri ve beyin hacmi, ilk yaratıkların insan ile hayvan arasında olduğunu göstermektedir. Bu da, insan ile maymun arasındaki farklılaşmanın daha önceki zamanlarda başladığını göstermektedir. Bu yaratıklar bugünün şempanzelerini hatırlatmaktadırlar. Fakat şempanze değildirler ve şempanzedeki alışkanlıklar bunlarda yoktur. Kafatasları da şempanzelere benzememektedir. Şempanzelerin kaşları üzerindeki çıkıntı da bunlarda görülmez. Dişleri ise şempanzedeki gibi olmayıp insan dişlerinin aynıdır. Kalçaları bugünün insanınkine benzemekte ve iki ayak üzerinde yürümektedirler.
İlk insan iskeletlerine yeryüzünün değişik bölgelerinde rastlanmıştır. Cava adasında, 600 000-543 000 yıllarında yaşamış olan Meganthropus paleojavanicus (eski cava insanı) ile 429 000 ile 236 000 yılları arasında yaşamış olan Pithecanthropus erectus ve Pithecanthropus robustus insan maymunun iskeletlerine rastlanmıştır. Bu insan-maymunlar, ikinci buzul çağı ile ikinci sıcak çağ arasında yaşamıştır. Gene 429 000-236 000 arasında Asya’da, Pekin civarında Sinanthropus görülmektedir.
Bütün bu ilkel insanlar, insan ile maymun arası bir kafatasına sahiptiler. Pekin civarında yaşamış olan Sinanthroğus, Avrupa’da 150 000-60 000 yılları arasında yaşamış olan Neandertal insanına benzemektedir. Demek ki, bu ilk çağlarda değişik insan tipleri yaşamıştır. Sinanthropusun ateş yaktığı, bulunan ateş yerlerinden bilinmektedir. Diğer yandan kemikten eşyaların, taştan el baltalarının, hançere benzeyen aletlerin bu ilkel insanlar tarafından yapıldığı tespit edilmiştir. Antilop kafataslarını içme tasları olarak kullandığı ve böylece insanın hayvandan ayrıldığı ve bu nedenle düşünsel bir çalışmanın başladığı anlaşılmaktadır. Bundan da, insan aklının 1 000 000 ile 6 000 000 yılları arasında uyandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca ilkel insanın kafatasında yukarı doğru bir kubbeleşme başlıyor. Ağzın şekillenmesiyle de lisanın doğması mümkün olmuştur. Beyin de yavaş yavaş büyümüştür.
Asya ve Afrika’dan sonra Avrupa’da Heidelberg civarında birinci sıcak çağa ait insan iskeletleri bulunmuştur. Bu insana Homo Heidelbergensis adı verilmiştir. Bu insan tipinden başka Avrupa’da Pithecanthropus ve ondan önce de Australopithecuslar yaşamıştır. Bu varlıklar iki ayak üzerine kalkıp yürümekteydiler. Taşı işleme, daha birinci buzul çağı’ndan önce Tertier’de, Afrika’daki Australopithecuslarda görülmektedir. Kazılarda, çakmak taşı ile diğer sert taş aletlerin 429 000-230 000 arası ikinci sıcak çağda yapıldıkları tespit edilmiştir. Bundan da ikinci sıcak çağda tekniğin başladığını anlıyoruz. Bu aletlere düşünülerek bir form verilmesinden, gelişmiş düşünsel bir faaliyet olduğu anlaşılıyor. 429 000 ile 230 000 arası olan ikinci uzun sıcak çağa ait, insanların taşı diğer bir taşla vurarak biçimlendirdikleri işleme yerleri bulunmuştur. Bundan sonra sapı olmayan baltalar görülür. Bu aletler Avrupa’da Cava’dakinden başka türlü yapılmışlardır.
Bu gözlemin sonucu olarak insanın son buzul çağı’ndan, yani İ.Ö.118 000’den önce alet yaptığını anlıyoruz. Bu aletlerden de biz, insan aklının uyandığını belirliyoruz. Bu aletler çeşitli amaçlara göre şekillendirilmişlerdir. Kemiklerden keskin uçlu mızraklar yapılmıştır. Demek ki, insanoğlu kemik hammaddesinin şekillendirilebileceğini düşünebilmiştir.
Avrupa’da Neandertal insanı 150 000 ile 60 000 yılları arasında yani üçüncü sıcak çağ ile son buzul çağı’nın ilk yarısında yaşamıştır. Neandertal insanı’nın alet tipi, Dordogne’da Le Moustier adlı kazı yerine atfen isimlendirilmiş ve bu nedenle bu devrenin bir bölümüne Mousterien denmiştir. Bu çağın aletleri dövülerek düzeltilmiş ve rötuş yapılmıştır. Bir kısım Neandertal insanı, ölülerini derin çukurlara gömüyor, yanına da yiyecek ile kullandığı aletleri koyuyordu. Bu da, bu insanlarda ölünün yaşamaya devam ettiği inancının olduğunu göstermektedir. Ayrıca gayet kesin olarak bildiğimiz, Neandertal insanı’nın vücudunu boyadığıdır. Diğer bir özelliği de, Neandertal insanı’nın ayı kurban etmesidir. Kurban fikri olunca Tanrı tasavvuru da olduğu anlaşılıyor(hekbert kühn). Her ne kadar Neanterdal insanı’nın çene yapısı içe girintili ve bir hayvanınkini andırır biçimdeyse de, insan dişleri ve aklı vardır. Alet yapmak için sistemli biçimde taşları işleyerek rendeler, el kamaları, bıçaklar yapar. Bu tip insanlar aletleri, taşları döverek ve rötuş yaparak güzelleştirmektedirler. Ateşi biliyor, vücutlarını boyuyor, ölülerini gömüyor ve yanına gereken aletleri koyuyorlardı. Tanrı tasavvurlarına kurban adıyorlardı. Buna karşılık Neandertal insanı’nın sanatı olmadığını Herbert Kühn, (der aufstieg der menschheit, s.71) yazmaktadır. Bu insan neslinin tükendiği anlaşılmaktadır. Neanterdal insanı’nın bir yere göç edip etmediği de bilinmiyor.
İ.Ö.60 000-10 000 yılları arası, yeni bir insan tipi, Neandertal insanı’nın yerini almıştır. Tarih öncesi üzerinde çalışan bilim adamlarınca Cre-magnon (Homosapiens) adı verilen bu insan tipi, bugün Avrupa’da yaşayan insanların atalarıdır.
Aurignacien’den itibaren Magdalenien’e kadar Homosapiens tipi insan yaşıyor. Bu insan tipinin Buzul Çağı’nın ortasında buzulların erimesi sırasında doğudan Orta Avrupa’ya doğru göç ettiği ihtimali vardır. Homosapiensin alnı kubbeleştiğinden beyinsel faaliyetinin gelişmiş olduğunu anlıyoruz. Homosapiensin çene yapısı Neandertal insan’nınki gibi değildir. Öne çıkıntılı olan ve bir hayvana ait ağız ve burnu hatırlatan kısım onda yoktur. Bu bakımdan Homosapiensde bugün anladığımız anlamda bir insan tibi görülmektedir.
Homosapiensi ölülerini dikkatle gömüyor. Yanına gerekli eşyalarını koyuyor. Üstelik yaşamını sürdürmesi için yanına yiyecek de bırakıyor. Ölüleri, sarı renkleri kaybolsun diye kırmızı toprak renkleriyle boyuyorlar. Ölünün yanına ziynet eşyası da koyuyorlar ki, öteki dünyada da malı olsun. Homosapiensin çeşitleri tespit edilmiştir. Ve kişilik farkları da belli olmaktadır. Burada bir karışıklığa neden olmaması için Cre-magnon ile Homosapiensin aynı insan tipi olmadığını belirtmek gerekir. Bu insan tipi, hayvan kemiklerinden kaval ve düdük de yapmaktadır. Neandertal insanı’nın sanatı olmamasına rağmen, Cre-magnonun sanatı vardır. Böylece dünya tarihinde ilk kez İ.Ö. 50 000 sıralarında sanat eseri ortaya çıkıyor. Cre-magnon, heykel ve resimler yapmıştır. Bu insanın eserleri Asya’da Avrupa’da, Fransa ve İspanyada’dır. Bu ilkel insanların çağlarını tespit için en önemli özellik, gereçlerin yapılış tekniklerindedir. Bu aletler ile bunların yapılış teknikleri, eski insanların beyin gelişimini gösteren en güçlü kanıtlardır.
Dünya yüzünde buzul çağı’na ait jeolojik tabakalardan alınan topraklar içinde araştırmalar yapılmıştır. Bu topraklar içinde bitki sporları incelenerek o çağlardaki bitki örtüsü belirlenmiş, böylece iklim ve sıcaklık dereceleri anlaşılmıştır.
BUZUL ÇAĞI’NDA ÇEVRE
Buzul çağı dünyasıyla, bugünkü dünyanın jeolojik durumu arasında fark vardır. Buzullar bütün Avrupa’yı Berlin yakınlarına kadar kaplamıştı. Alpler ve Pireneler’den aşağı inen buzullar güney ülkelerinin içlerine kadar uzanmaktaydı. Orta Avrupa’daki haziran temmuz ısısı 10-11 derece idi. Alpler’de buzullar bugünkü seviyesinden 1.200 metra daha aşağılarda bulunuyordu. Buzulların bulunduğu yerlerde bugünkü kutup manzarası mevcuttu. Yani tundra ve steplerde kaplıydı veya cüce bitkiler bulunmaktaydı. Avrupa’nın soğuktan korunabilmiş olan bölgelerinde ise bodur huş ağaçları ve yosunlar vardı. Bu doğa içinde görülen hayvanlar, mamut, eski fil, gergedan, yaban atı, ren geyiği, in ayısı ve in arslanıdır. Av, genellikle tuzaklarla yapılıyordu. Bu tuzaklar, üstü örtülü çukurlardır. Kesin kanıt olmamakla birlikte, mızraktan başka ok da kullanıldığı zannedilmektedir. Bu kanının sebebi, mağara duvarlarındaki ok desenleridir. Bu arada, bulunan birçok kemik ve taştan sivri parçaların ok uçları olduğu sanılıyor. En büyük filler mızraklarla öldürülebiliyordu. Sürek avı biliniyordu. Tavşanlar, keçiler, hatta kuşların okla avlandığını, mağara resimlerinden anlıyoruz. Balıklar da zıpkınla avlanıyordu.
Bu zamanın insanı, hayatın karşısına çıkardığı zorlukları ortadan kaldırabiliyordu. Hayvan bol, insan azdı. Av da çok kolay oluyordu. Bu yüzden hayatın dertsiz olduğu anlaşılıyordu. Buzul Çağı’nın resimlerinde korkuya, çekinmeye ve kedere rastlamıyoruz. Halbuki Bronz çağı’nda dev resimleri vardır. Buzul çağı’nın insanları neşeli ve kendinden emindir. Bugünkü Eskimolar ve Buşmanlarda da bu kendinden emin tutum ve neşelilik görülmektedir. Buzul çağı insanı toplayıcı olup, fosilleri çıkmış eski eşyaları toplamaktaydı. Ayrıca dikkate değer bir yön de şudur ki, tarih kitaplarında genellikle yazıldığı gibi, Buzul çağı insanı mağaralarda yaşamamaktaydı. Şimdiye kadar yapılan bütün kazılarda mağaralarda oturulduğuna dair en ufak bir ize rastlanmamıştır. Bu çağın insanı, üzeri hayvan postlarıyla örtülmüş (halen Eskimoların yaptığı gibi) kulübelerde veya yere kazılmış ve gene üzeri hayvan postlarıyla örtülmüş çukurlarda oturuyordu. Bir de, mağaların dışa çıkıntı yaptığı yerlerin önünü kapatıyorlar ve bu kısımlarda oturuyorlardı. Ya da mağaraların giriş yerlerinden yararlanıyorlardı. Fakat mağaraların içinde oturulduğuna dair hiçbir kalıntı görülmemiştir.
Ateş için, ağaç bulunmayan yerlerde hayvan kemikleri yakılmıştır. Buzul çağ insanı, mamut ve ren geyiği eti stok ediyor ve uzun zaman aynı yerde oturuyordu. Ancak stoklar bittiği zaman göç ediyorlardı.
BUZUL ÇAĞI SANATI
Bugünkü bilim, insanın yeryüzünde ortaya çıkışına kadar uzanan araştırmalar yapmaktadır. Böylece insanın ilk eserleri gün ışığına çıkmış ve bir Buzul Çağı sanatıyla karşılaşılmıştır. Eskiden sanat deyince, Yunan sanatı akla gelirdi. Napolyo’nun mısır seferi ile de ilk olarak Eski Mısır sanatı, görüş alanına girdi. XIX.yüzyıldan bu yana Layard’ın Mezopotamya’daki kazıları, bu bölgenin geçmişteki en büyük sanatına ilgiyi çekti. Ancak insan tasavvuru bundan geriye gitmiyordu. Bu yüzden de Buzul Çağı sanatı çabucak anlaşılmadı. Antropolojik araştırmalarda insanın dünya yüzünde ne zaman doğduğu ve nasıl geliştiği sorusu, büyük bir anlayışsızlıkla karşılaştı. Çünkü Önasya’nın ü. Büyük dini de insanlığı, Adem ve Havva ile başlatılır. Üç büyük dinin kitaplarında Adem’in iki oğlu vardır. Bunlardan biri çiftçi, diğeri çobandır. Tarımın başlangıcı, İ.Ö.6000 yıllarında olduğuna göre, Adem Havva oğullarının bu tarihlerden pek az önce dünyaya gelmiş olmaları gerekmektedir. Böyle olunca, Adem ve Havva’nın dünyaya ilk gelen insanlar olmadıkları gibi bir gerçek ortaya çıkmaktadır.
İnsanoğlunun araştırmalarda bulunan ilkel şekilleriyle bu hayvan-insan yaratıkların varlığı, fanatik düşünen birçok kişiyi ayaklandırmıştır. Geçen yüzyılın önde gelen bilim adamları bile, bu ilkel yaratıkların insanın ilk örnekleri olduğunu kabul etmek istemiyorlardı.
Mağaralardaki resimler ilk olarak 1901 yılında bilimsel bir gözle incelenmiştir. Altamira 1879’da bulunmuştur. Altamira’daki resimlerin Eskitaş Çağı insanları tarafından yapıldığı gerçeği, ancak çetin antropolojik ve prehistorik incelemeler sonucu anlaşılmıştır. Ancak Pair-non-Pair mağarasının 1881’de keşfi, Marcoulas mağarasının resimlerinin 1895’de bulunuşu, Lamouthe mağarasının yeniden incelenip araştırılmasını gerektirmiştir. Böylece mağara resimleri her yerde önem kazanmış, sonunda da öncü bir prehistorya uzmanı olan, bilim adamı Breuil, bu resimlerin Buzul Çağı’na ait olduğunu kabul ettirmişti.
Buzul Çağı’nda resimlenmiş mağaralardan Les Combarallas, Ariege’de Trois Freres Santander civarındaki Covalanas, El Castille, Altamira, Fransa’daki Lascaux ve Niaux en önemlilerindendir.
Yüzyılımızın başından bu yana, toprak içinde olan yüzü aşkın mağara gün ışığına çıkarılmış ve incelenmiştir. Bu resimler ilkel insanın etrafını çeviren dünyayı, düşüncelerini, rüyalarını anlatmaktadır. Bunlar yanında gene bu çalışmalardan, onların artistik kudretlerini anlamamız mümkün olmuştur.
Aurignacien resimlerinin genel karakteri, bunların çizgiden ibaret oluşudur. Solutreen Çağı, sadece çizgiden oluşan desenden, renk lekeleriyle artistik olarak yapılmış ve büyük bir serbestliği bulunan resimlere geçiş devresidir. Stil gittikçe plastikleşmiş ve anlatım canlılaşmıştır. Formlarda hareket özelliği önem kazanmıştır. Solutreen sanatının kazı yeri Valencia ile Dordogne’dadır. Magdalenien’in ortasına doğru sanat, boya özelliği olarak değerlenir. Altamira, Lascaux ve Niaux, bu dönemin resimlerinin en güzel örneklerini veren mağaralardır.
Orta Magdalenien’in konturu terk ederek renk lekeleriyle yapılmış artistik resimlerinde, modern Empresyonizmin uğraştığı bütün sorunlar görülmektedir. Yani bu resimlerde an, bakış, arka ve ön yönler, haraket, gölge-ışık ve kitle problemleri, Empresyonizme uygun olarak ele alınmış gibi görülür. Magdalenien’in sonunda sanat, yeniden çizgiyle anlatıma döner. Şekillendirmenin plastik ifadesi terk edilir. Magdalenien’in son çağına ait tipik eserler Pireneler’de Dordogne’da, İsviçre’de Schaffhausen’dedir. Lascaux’nun ilkel sığırları da bu zamanda yapılmıştır.
Sonuç olarak, sanatın çizgiyle başladığı ve formların çizgiyle ifade edildiği görülmektedir. Renk lekeleriyle çalışarak iç ve dış formları belirten ifade şekli de Orta Magdalenien’de görülmektedir. Magdalenien’in sonunda da anlatım, yalnız kontor çizgilerine dönüyor. Öyle ki, bu dönemdeki çizgiyle anlatım, bir yaratma değil inşadır ve artık, yalnız bilgiye dayanmaktadır. Yaratma heyecanı çalışmalarda yoktur. Bu çizgiden başlayan gelişimin renk lekelerine gitmesi ve sonunda inşacılık, bütün sanat ekollerinde ve çağ üsluplarında açık olarak görülür. Öyle ki, bu gelişim olayını, bir kanun olarak bütün büyük uygarlık sanatlarının gelişiminde de izleyebildiğimiz gibi, Girit, Rönesans, Grek ve çağımız sanat anlayışlarında da görüyoruz. Burada görülen, yeryüzündeki ilk sanat aşamalarıdır. İşte bu biçim gelişiminin sonunda Eskitaş çağı biter ve Ortataş Çağı başlar.
Ortataş Çağı(Mezolitik Çağ) (İ.Ö. 10 000-4000)
Eskitaş Çağı’ndan sonra Ortataş Çağı (mezolitik)başlamaktadır. Mesos orta, lithos ise taş demektir. Ve mezolitik, Ortataş anlamına gelmektedir. Ancak bu çağ, son zamanlardaki bir sınıflandırmaya göredir. Eskitaş Çağı’yla Buzul Çağı’nın bittiği ve yeniden bir Sıcak Çağ’ın başladığı görülmektedir. Böylece yeryüzündeki bitki örtüsüyle hayvanların değiştiğini, soğuk iklimle ilgili bitki ve hayvanların kaybolduklarını anlıyoruz. Ortataş Çağı’nın tespit edildiği toprak tabakalarında, üç köşeli sivri taşlar bulunmuştur. Bu taşlar, İngiltere, Belçika, Danimarka, Güney İsveç, Almanya ve Afrika ile Asya da bulunmuştur. Bunların ok uçlarına konuldukları belirlenmiştir. Bu çağda bulunan hayvanlar geyik, at, dağ keçisi, kurt, karaca, yaban domuzu, kunduz, porsuk ve yaban kedisidir. Kuşlardan da bugün görülen çeşitlerle, balıklardan alabalık, turna balığı ve kurbağaya rastlanmaktadır. Bütün bu hayvanların fosilleri bulunmuştur. Ayrıca ateş yakılmış yerlerde fındık ağaçları, ceviz, erik çekirdekleri, buğday taneleri ve palamut ağacı bulunmuştur. İnsan henüz bu çağda tarımı bilmemektedir. Bu devirde yapılan eşyalar, Maglemose kültürü adı altında değerlendirilmiştir.
Toprağa yerleşmenin Ancylus dönemin’de olduğu üzerinde bilim adamları hemfikirdirler. Ancylus ismi, Ancylus Gölü’ne (sonraki Baltık denizi) atfen verilmiştir. Bu gölge ancylus fluviatis denilen bir tatlısu sümüklüböceği yaşamaktaydı.(İ.Ö.6000) bu devirde, Orta Avrupa’da buzullar tamamen erimişti. Ancylus Gölü eskiden tatlısulu bir göldü ve henüz Atlas Okyanusu ile birleşmiş değildi. Atlas Okyanusu bugünkü seviyesinden 90 metre aşağıda bulunuyordu. Ancak buzullar eridikten sonra Okyanus bugünkü seviyesini bulmuş ve Ancylus Gölü ile birleşmişti. Buzulların erimesi, bu yörede iklimin değiştiğini göstermektedir. Kışlar ılık, yazlar ise sıcak geçmektedir. Buzulları Baltık ülkelerinde eridikten sonra Ancylus Gölü’nün meydana geldiği anlaşılmaktadır. İşte toğrağa yerleşmenin bu sıralarda başladığı tahmin edilmektedir. İklimin değişmesiyle ormanlar çoğalınca, ağaç kesmek için saplı baltalar yapılmıştır. Kuzey Avrupa’da Ertebölle’de, bu çağın (Maglomese kültürü) en önemli özelliği olan, kap kacak kalıntıları bulunmuştur. Toprak kaplar sivri diplidir. Bunlar kuma sokularak oturtulmaktaydı. Toprak kap ile tarih öncesi Ortataş Çağı başlar. Toprağa yerleşmenin bu tipik izlerini Danimarka’da, İngiltere’de, Almanya’da, Irlanda ve Fransa’da görüyoruz. Almanya’da Brandenburg’da Maglemose üslubunda bir çeşit seramik geliştirilmiştir. Bu seramik kaplar, örme sepetlerinin içine ve dışına kil sıvanarak yapılmıştır.
Ortataş Çağı’na ait kalıntılar, daha birçok ülkede bulunmuştur. Anadolu, Suriye, Mezopotamya, bu açıdan önemli kazı yerleri arasındadır. Toprağa yerleşmenin ilk izlerine Klikya’da Mersin civarında yapılan kazılarda rastlanmıştır. Genel olarak tarımın İ.Ö.6000 ile 4000 yılları arasında başladığı kabul edilmektedir. Filistin’de bu tarihlerde kullanıldığı belirlenen biçici bıçaklar bulunmuştur. Irak’ ta ve kuzey Afrika’da toprağa yerleşme izleri Avrupa’dan daha eskidir. İnsanlar kulübelerde oturarak hayvan evcilleştirmeye başlamıştır. Esasen Ortataş Çağı’nda, insanlar ile bazı hayvanların birlikte yaşadığı, insan iskeletleriyle hayvan iskeletlerinin yan yana bulunmasından anlaşılmaktadır. Ortataş Çağı yani Mezolitik dönemin tüm kültürü olan Maglemose’de, köpeğin evcilleştirildiği, balık avının yapıldığı belirlenmiştir. Balık avlamak için kullanılan ağzı delikli balık sepetleri bulunmuştur. Ağacın baltalarla düzeltilip evlerin döşemelerinde kullanıldığı, bulunan ev kalıntılarında görülmektedir. Ağaçtan sepet yapımına ve balık ağı örülmesine de başlanmıştı. Çanaklar kilden sucuklarla yapılıyordu. Değiş-tokuş ticareti başlamıştır. Örneğin çakmak taşları, Norveç’teki bir adadan getirilip bütün Avrupa’ya dağıtılıyordu. Ticaret için büyük kayıkların Ortataş döneminde yapıldığı kesindir. Esasen Ancylus dönemine ait(İ.Ö.6000 yılları)bir kayık da bulunmuştur. Kar ayakkabıları da bu döneme aittir. Ortataş Çağı’nda başlayan tarım kültürünü yansıtan bu sanatın örneklerini Doğu İspanya’da, İskandinavya’da, Rusya’da, Kuzey Afrika’da, Anadolu ve Mısır da görüyoruz. Doğacı İskandinav sanatı Buzul Çağı’nın devamıdır. Fransa ile İspanya’da resimler son Magdalenien’in çizgilerle yapılmış biçimlerine bağlanır. Ancak İskandinav sanatı, Buzul Çağı’nda esas olan vücud hacmine modle etmeyen çizgi karakterindedir. Bazen boya da kullanılmıştır. Bu resimler genel olarak kayalara derin çizgilerle yapılmıştır(Norveç ve İsveç te) bu resimlerin en eskileri doğacı olup, hayvanları tasvir eder. Kayalara dikkatle ve kuvvetli kontur çizgileriyle kazınmıştır. Konturlar da kaypak olarak kazınmış ve cilalanmıştır. Bu resimler şematik hayvan figürleri izler. Bu bir geçiş dönemidir. Üçüncü devirde ise, stilize edilmiş insan şekilleri görülmektedir. Artık hayvan biçimlemesinden uzaklaşılmaktadır. Böylece insan kendini konu olarak ele almaya başlamaktadır.
Genel olarak Ortataş Çağı’nın resim özelliği, doğacı bir resimden güçlü bir sitilizasyona giden anlayıştadır. İskandinav resimleri de zaman farkıyla güneydeki özellikleri taşırlar. Kuzey resimleri İ.Ö.6000 ile 5000 yılları arasında yapılmıştır. Bu tarihler İskandinavya’daki buzulların erimesine göre hesaplanmıştır. Bazı kayalar üzerindeki resimlerin stilizasyona vardıkları görüldüğünden bunların Tunç Çağı’nda yapıldığı anlaşılmaktadır. Aslında Tunç Çağı resimleri, İskandinavya’da tamamen stilize edilmiş bir biçim gösterir.
Hiç kuşku yoktur ki, İskandinavya’daki resimler de, büyüyle hayvanı cezbetme düşüncesine dayanır. Resimleri yapanlar büyücüdürler. Bugün bile Kuzey memleketlerinde oturan Laplar, aynı stilde ve anlayışta resim yapmaktadırlar. Hatta Laplar bugün eskiden kalma prehistorik resimlerin önüne kurban kesmektedirler. Bu resimler demir oksiti boyalarıyla yapılmıştır.
Buzul Çağı’nda olduğu gibi, ortataş çağı’nda da büyücüler okullar kurmuşlardır. Çünkü aynı ekolden çıkmış resimler,ayrı ayrı yerlerde görülmektedir.
Genel olarak Ortataş Çağı’na ait resimlerde hayvanların arka ayakları yoktur. Boynuzlar perspektif içinde görülmemiştir. Resimler, hacimli değil, yüzeysel biçimde düşünülmeye başlanmıştır. Yavaş yavaş yüzeysel kuvvetlenerek, yarı şematik, hayali ve gerçekten uzak formlara ulaşılmıştır. Resimlerin dilinden,açık olarak avcılığın sürdüğü anlaşılmaktadır. Kuzey ülkelerinde Buzul Çağı koşulları devam ettiğinden hayvan bol olup bunların avcılığı da kolaydı. Buna karşılık güneyde av hayvanları azaldığından, yeni bir yaşama şekli gerekiyordu. İskandinavya sanatı bütün olarak, avcı kültüründen hayvan evcilleştirmeye yönelir. Buna karşılık Doğu İspanya sanatı, avcılıktan çiftçiliğe ve hayvan evcilleştirmeye olan geçişi gösterir. İskandinavya resimlerinde kaya resimleri daha derin kazınmıştır. Doğu İspanya resimlerinde ise, bu kazıma çok yüzeyseldir. Ve bu güney ülkelerin sanatında canlı bir renk ve ifade kuvveti görülür. Doğacı olmakla beraber Buzul Çağı’nın plastik ifadesine sahip değildir. Gerçeğin anlatımı da terk edilmiştir. Hayvanlar objektif bir gözle görülüyor, fakat gerideki ayakları resmedilmiyordu. Figürlerin kenarları konturla, ortası yani iç formları lekeyle ifade ediliyordu. Böylece resimlerde plastik ifade kayboluyor, bunun yerine yüzeyselleşme başlıyordu. Bu olay yüzyılımızın başında Empresyonizm, Fovizm ve Ekspresyonizmle aynen yeniden ortaya çıkıyor. Ortataş Çağı’nda hayvan resimlerinin azaldığı ve bunun yerini insan figürlerinin almaya başladığı görülür. Buzul Çağı’nda da bazı insan figürlerine rastlanmaktaydı. Ancak Ortataş Çağı’nın insan figürleri, stilize edilmiş resimlerdir. Bazı figürler gayet rakursi pozisyonlarda gösterilmiştir ve hayret vericidirler. Biçimleme inşai tarzdadır. Resim öğeleri gerçekçi olmayıp, tamamen artistik buluşa dayanırlar. Fakat bu doğadan uzaklaşma, komposizyon bütünlüğünü sağlamak için gerekli olmuştur. Hayvan resimlerindeki iç form düzenli bir leke tertibi gösterir. Leke tertibi iki boyutludur. Bu biçimlemenin, toprağa yerleşmeyle giderek soyutlaşmaya yöneldiğini göreceğiz.
Sanatta ilk soyutlaşmanın başlama nedenleri
Buzul Çağı’nın sonuna kadar insanların yiyeceklerini hazır olarak doğadan aldıklarını gördük. Yani insan yiyeceğini doğadan gasp suretiyle temin ediyordu. Fakat bu çağda insan avcıdır ve yabani meyveleri toplayarak geçinir. Taştan balta, ağaçtan yay ve mızrak, kafataslarından kap-kacak yapmaktadır. Avı için büyü yapar, tuzaklar kurar. Avını kayalara resmeder, resimde onu öldürür. Böylece avını yakalayacağına inanır. Buzul Çağı’nda insan düşüncesi hayvanla ilgilidir; kendini problem olarak ele almamıştır. Ortataş Çağı’nda ise insanın kendini gözlemlediği görülüyor. Buzul Çağı’nda insan resimleri canavarımsı değildir. İnsanın içini ürperten bir anlatım yoktur. Henüz neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilmemektedir. Günah fikri henüz doğmamıştır. O aynen Eskimolar, Buşmanlar gibi neşeli, sağlıklı bir vahşidir. Kendisinin yaptığı işler canavarcadır. Fakat onda canavar düşüncesi yoktur. Bu dönemin insanı, bol su, ağaç av, meyve ve zengin bir doğa içindedir. Ölülerini, ölüye ilişkin eşyalarla birlikte ve yaşayan bir insanın neye ihtiyacı varsa onlarla beraber gömüyor. Bu tasavvuru ilerde, büyük uygarlıkların başladığı Mısır ve Mezopotamya’da da göreceğiz. Ayrıca Buzul Çağı insanları, ölünün doğal rengini yok etmek için onları kırmızı toprak boyalarla boyuyorlardı. Görüyoruz ki, Buzul Çağı insanında öldükten sonra yaşanıldığı inancı vardır. Fakat bu dünya ve öteki dünya gibi bir tasavvurları yoktur. Bütün bu hususları bize Buzul Çağı sanatı açıklamaktadır.
Bu çağın resimlerinde bir şey üzerinde kafa yorma olmadığı gibi, düşünülmüş, soyut anlamda yüce bir tasarım da yoktur. Bu resimler, tamamen hali gösterirler ve içinde yaşanılan somut dünyanın birer aynasıdırlar. Demek ki, Buzul Çağı insanın dünyası, soyut olmayan bir bütünle ilgilidir. Bu dönemin sonundaysa, insan tamamen bir başka ortamdadır. İnsan artık bizzat kendini gözlemlemektedir. Resimlerdeki hayvanın yerini insan almıştır. Hayvan resimleri tamamen kaybolmamakla birlikte azalmıştır. Bu olayı Ortataş Çağı’nda görüyoruz. Henüz tarım hayvanları evcilleştirme ve çanak-çömlek gibi tasarımlara ait buluşlar yoktur. Fakat bütün bu buluşların hazırlıkları görülmektedir. Bunların hazırlanma dönemi olan Ortataş Çağı İ.Ö. 10 000-4000 arasıdır. Verilen bu tarihler Güney Avrupa içindir. Kuzey Avrupa’da ise İ.Ö. 10 000-2000 arasıdır. Tarımın ilk kez Mezopotamya ve Mısır’da görüldüğü gerek kazılardan, gerekse din kitaplarından bilinmektedir. Tarımla, insanoğlu tüketicilikten üreticiliğe geçiyor. Bu olay, insanlığın oluşunda büyük bir değişmeyi göstermektedir. Tarımla beraber toprağa yerleşme başlıyor. Tarım yapılar yerlerde köyler kuruluyor. Kalabalık bir insan topluluğunun çalışması, toprağın ürün vermesi fikri, bereketin sırrı, ölüm ve doğum üzerinde düşünme, tohumun verimliliği, hava, güneş,yağmur gibi etmenler üzerinde endişeler ortaya çıkıyor. Mevsimlerin izlenmesi, bunların değerlendirilmesi, çiftçiliğe ait aletlerin yapımı, hayvan kuvvetinden yararlanma gibi düşünceler gerçekleşiyor. Bitkileri gözlemlerken, yağmur ve özellikle rüzgar gibi görünmeyen kuvvetlere hükmeden bir tanrı fikri doğuyor. Tanrı’nın insanlara hakim olduğu, onun yiyeceğini verdiği, bereket düşüncesi ortaya çıkıyor. Böylece insan düşüncesi bereket, can ve kainat tasavvuruna varıyor. İnsan kafasında, Buzul Çağı’nın somut dünyası dışında, soyut bir tasarımlar dünyası doğuyor. İnsan kendi kendisinin bilincine varıyor. Kişilik fikri, dünya yüzünde ilk defa insanın bilincine yerleşiyor. İnsan düşünür oluyor. İnsanoğlu hazır yiyici durumundan, kendi gücüyle yaşama durumuna geçiyor. Bundan ötürüdür ki, din kitaplarında Allah, Adem’e ağaçtaki kendi kendine yetişmiş meyveyi yemesini haram ediyor. Yani Allah, insanın hazırcı ve yağmacı olmasını istemiyor.
İnsan bu durumda dünyada görünmeyen şeyler üzerinde düşünmeye başlıyor.düşündüğü şeylere ad veriyor ve Buzul Çağı insanının somut dünyası dışında, soyut bir dünya kuruyor. Bundan dolayı hayvan, artık resmin konusu olmuyor. Verimliliğin, büyümenin, gelişmenin nedenleri görülebilir şeyler olmadığından, bunların sembollerle ifadesi başlıyor. Verimlilik, kadın ve su sembolleriyle anlatılıyor. Bundan dolayı toprağa yerleşmeyle kadın heykelcikleri çoğalıyor. Bir çemberin dörde bölümü, mevsimleri; yılan ve ay bereketi temsil ediyor. Bütün bu gerçekler, ilk olarak II.Dünya Savaşı’ndan sonra Mezopotamya, Mısır, Çin ve Avrupa’da yapılan kazılar sonucu anlaşılmıştır.
Yenitaş Çağı
Tarihten önceki zamanlar için en önemli dönüm noktalarından biri Yenitaş Çağı’dır. Taşı delme, cilalama, toprağı pişirerek kaplar yapma, hep bu çağın buluşlardır. Toprağın işlenmesi, ekip biçme, hayvan evcilleştirme de gene bu çağın buluşlarıdır. Yalnız doğadaki meyve ve çeşitli yiyecekleri toplayarak geçinen insan, bu çağda artık bizzat üretici olmuştur. Kişilere ve topluma ait mülkiyet de ilk kez bu çağda görülür. Toplumda iş bölümü, mesleklerin doğuşu, hep bu Yenitaş Çağı’ndadır. Yeni bir din anlayışı da ortaya çıkmıştır. Eskitaş Çağı’nın av için yaptığı büyü, bu çağda yerini yağmur, güneş ve bereket tanrılarına bırakmıştır. Bugün edinilen bilgilere göre, tarım ve hayvan evcilleştirme, Asya ve Afrika’da birçok yerde birden başlıyor. Bilim adamları halen gerek tarımın, gerekse hayvan evcilleştirmenin ilk çıkış yerini aramaktadırlar. Ancak genel kanı, bu iki iktisadi buluşun, çeşitli yörelerde aynı zamanda başladığıdır. Önasya üzerinden bu iki kültür Balkanlar’a, buradan da kuzey-batıya ve Güney Rusya’ya yayılıyor. Mısır’dan da, başka bir kol aynı kültürü Kuzey Afrika boyunca yayarak İspanya’ya, Batı Avrupa’ya ve hatta İskandinav ülkelerine kadar uzanarak götürüyor ve burada iki kol birleşiyor. Bu iki kolun özellikleri belirlendiğinden, gittikleri yerler, bıraktıkları kalıntılar, bir çizgiyle harita üzerinde izlenmiş ve sonunda birleştikleri yerler de bulunmuştur. Balkanlar üzerinden giden kültürün belli başlı özelliği seramiklerde görülen bant biçimindeki bir süstür. Bunların yanında bereket idolleri olan kadın figürleriyle, boğa figürleri vardır. Mısır’dan çıkan koldaki özellikler ise, mağara mezarları, megalit mezarlar ve dikilen anıtsal taşlardır. Böylece bu kolda, tamamen başka bir dinsel anlayış görüyoruz.
Asya’da Yenitaş Çağı İ.Ö. 5000’den 3000’in sonuna kadar sürmüştür. Yani aşağı yukarı iki bin yıl kadar. Ve biz, Avrupa’dan önce Önasya’da böyle büyük bir kültürün var olduğunu anlıyoruz. Bu kanı, Türk görüşü değil, bütün Batı aleminin paylaştığı ortak bir görüştür. Örneğin, Avrupa kavimleri avcı olup Ortataş Çağı’na henüz ulaştıkları zamanlarda, Önasya’da tarım ve hayvancılık en verimli zamanlarına ulaşmıştır.
Yenitaş Çağı’nın kültürü Bakır ve Tunç Çağı denilen zamanlarda da devam etmiştir. Yani Yenitaş Çağı devam ederken, metal işlenmesi gittikçe gelişmiştir. Bu yüzden büyük uygarlıklar denilen Mısır, Mezopotamya ve Hitit kültürlerinin hep taşın işlenmesiyle meydana geldiği görülmektedir. Yenitaş Çağı öğeleri, Ortataş Çağı’nda hazırlanmış olup, artistik anlatımda büyük bir değişiklik gösterir. Majik, yani büyüyle ilgili Eskitaş Çağı sanatından, konstrüktif bir düzende olan anlatıma yönelme, bu devrede önem kazanır. Bu yüzden mekan yaratıcı ve doğa süsleyici bir sanat ortaya çıkar. Bu mekan yaratma gücü, kaplardaki boşlukta, pişmiş topraktan yapılan ölü sandukalarında belli olur. Böylece Yenitaş Çağı’nda seramik sanatının doğduğuna tanık olunuyor. Özellikle Kuzey Avrupa’da çeşitli biçimlerde kaplara rastlanıyor. Bu kapların, içi boş boynuzların ve hayvanların kafataslarının, içme tasları olarak kullanılmasından akla geldiği kabul edilmektedir. Ayrıca zamanla bu kaplar, artistik bir biçim gereksinmesinden doğan buluşlara sebep olmuş ve bir meslek alanının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yani bir artistik gereksinme de ortaya çıkmıştır. Ayrıca kapların süsleme sorunu iki biçimde çözümleniyor. Süslemeler ya çizgiyle ya da noktalamayla yapılıyor.
Bu süslemeler ve yüzeyde kalan inşai biçimlendirme, Eskitaş Çağı’nın zengin hayvan resimlerinden daha zayıf ifadeli görülür. Ancak bu inşai biçimlendirme, yeni bir dünyanın kuruluşunu öngören bir anlayıştır. Bu görüş gerçek insan aklının daha büyük, daha mantıklı ve yaratıcı bir çağını doğurur. Çünkü inşai mekan anlayışı, mimari,toplum düzeni,toprağa yerleşme,din vb.birçok buluşların doğmasına sebep olmaktadır. Yenitaş Çağı’ndan bugüne kalmış yerlerdeki odalar, yaşayanlar için değil, ölüler içindir. Sanatta ilk idealizm ve amaçsızlık bu devrede görülür. Bu özellikler, ilk mimari ölçülerle biçimlendirme şeklidir. Bunun yanında ölüler için yapılan sandukalar, önceleri pişirilmiş topraktan, sonraları ise taştan oyularak hazırlanmaya başlanmıştır. Bu taştan sandukalara sarkofaj ya da lahit diyoruz. Zamanla bu sarkofajlar büyümüş ve oda halini almıştır. İri taşlardan ve tek parça bir çatı taşından yapılan bu mezar odalarıi dolmenlerdir. Bunların üzeri toprakla örtülüyordu. Böylece bir tepe içinde mağara formu ortaya çıkıyordu. Eskitaş Çağı’ndaki mağaralara ölü gömme adetinin bir devamıdır bu. Ölüye böyle tahrip edilmesi zor mezarlar yapma düşüncesi, mimariyi anıtsal yönde gitmeye zorlamıştır.
Yenitaş Çağı Sanatı
Bu mimari eserlerin yanında külah biçiminde, kubbeli, taştan mezar yapılarına da rastlanmıştır. Bu yapılar, merkezi mimarinin ilkel örneğidir. Bir çember biçimi üzerinde, büyük taşların aralıklı olarak dikilmesiyle yapılmış olan bayram yerleri de bu çağda görülmektedir. Bu meydanlar, mezarların bulunduğu yerlerin önüne yapılmıştır. Bunların Fransa’da Bretagne’da ve İngiltere’de Salisbury’de görüyoruz. Bir de gene büyük taşların aralıklı olarak obeliskler gibi dikildiği “taş yol” denilen yollar görüyoruz. Bu yollar kutsal caddelerdir. O çağlarda bunlara ruhlar caddesi denirdi.
Yukarıda sözü edilen mezar tepelerinin eteğine, yekpare yüksek taşlar dikmek adeti de vardı bu çağlarda. Bunlara menhir diyoruz. Bu menhirlere mezar ya da anı taşlarının formları verilmiştir. Bu yüksek uçan ruhun konut olarak barınabilmesi için konulduğu sanılıyor.
Neolitikum’daki yani Yenitaş Çağı’ndaki bu yeni hayat düzeni, mimariyle biçimlenirken, insan formunun da mimarileştiği görülür. Yani insan şekli de inşai olarak resmedilmeye başlanıyor. Bu sanatta, figür anlatımının da mimari görüşe ayak uydurduğu ve bir çeşit soyut anlatımın belirdiği görülüyor. Bu soyuta giden basitleştirme, tasvirden çok form titizliğine ve süslemeye götürdüğünden, mekan yaratma ve yüzey düzenleme mümkün olmuştur. Bu nedenle mimarinin gereğini o çağ insanlarının anlamış olduğu kabul edilmektedir.
Yenitaş Çağı’nda baltalar, hançerleri bıçaklar ve çekiçler kaba yontmalarla değil, ince bir form vermeyle birlikte fonksiyon ve estetik de düşünülerek meydana getirilmiştir. Bir kanıya göre, taşların cilalanması, madeni aletlerin o pürüzsüz parlaklığının taşa verilmesi düşüncesinden doğmuştur.
Yenitaş Çağı’nda mimari ve süsleme sanatının doğduğunu ve şematik anlatımla sanatta soyutlamaya giden yolun açıldığını görüyoruz.
Kaynak: Adnan Turani 'Dünya Sanat Tarihi '
Sevcan Akkuş'a yardımlarından dolayı teşekkür ederim
Astronomik hesaplara göre:
1- Tertier (tersiyer): 1 000 000-600 000 yılları arası 600 000’den biraz önce Australopi thecus insanı yaşamıştır.
2- Birinci Buzul Çağı: 600 000-550 000 yılları arası Pithecanthropus ve Cava Meganthropus’u yaşamıştır.
3- Birinci Sıcak Çağ: 550 000-480 000 yılları arası
4- İkinci Buzul Çağı: 480 000-420 000 yılları arası
5- İkinci Sıcak Çağ: 420 000-230 000 yılları arası Pekin Sinanthropus’u ve Cava Pithecan thropus’u yaşamıştır.
6- Üçüncü Buzul Çağı: 230 000-180 000 yılları arası
7- Üçüncü Sıcak Çağ: 180 000-118 000 yılları arası
8- Dördüncü Buzul Çağı: 118 000-10 000 yılları arası
Dördüncü buzul çağı’nın Aurignacien döneminden itibaren Solutreen ve Magdalenien devirleri, Buzul Çağı sanatı bakımından en ilgiye değer eserlerini vermiştir.
Aurignacien 60 000-40 000 yılları arası (İ.Ö)
Solutreen 40 000-30 000 yılları arası
Magdalenien 30 000-10 000 yılları arası
İ.Ö. 10 000 yılından itibaren tekrar Sıcak Çağ başlamıştır ve halen dördüncü sıcak çağ içinde bulunuyoruz.
Magdalenien’in sonuna, yani İ.Öi 10 000 yıllarına kadar olan çağ,Eskitaş Çağıdır. Yenitaş çağı da aşağı yukarı Tunç Çağı ile başlamaktadır. Eskitaş çağı ile yenitaş çağı arasındaki son zamanlarda Mezolitik Çağ diye adlandırılan Ortataş Çağı yer alır. Mezolitik Çağ’ın I.Ö.7000 yıllarından 4000 hatta 2000 yıllarına kadar uzadığı görülmektedir. I.Ö.4000 yıllarından sonra da Bronz Çağı başlamaktadır. Yenitaş Çağı dediğimiz Cilalı Taş Çağı da gene bronz çağı ile beraber gelişmektedir.
İ.Ö.1 000 000 ile 150 000 yılları arasında yaşayan insanların iskeletlerini inceleme, geçen yüzyılın bilim adamlarını meşgul etmişti. Dünya yüzünde ilk insan izlerine, ilk defa Cava adasında rastlanmıştır. Fakat şimdiye dek yapılan kazılarda bulunan en eski insan iskeleti Güney Afrika’da 1 000 000 ile 600 000 yılları arasında yaşayan Afrika Australopithecus grubuna aittir. Bu insan maymunun kafatası yükseklikleri ve beyin hacmi, ilk yaratıkların insan ile hayvan arasında olduğunu göstermektedir. Bu da, insan ile maymun arasındaki farklılaşmanın daha önceki zamanlarda başladığını göstermektedir. Bu yaratıklar bugünün şempanzelerini hatırlatmaktadırlar. Fakat şempanze değildirler ve şempanzedeki alışkanlıklar bunlarda yoktur. Kafatasları da şempanzelere benzememektedir. Şempanzelerin kaşları üzerindeki çıkıntı da bunlarda görülmez. Dişleri ise şempanzedeki gibi olmayıp insan dişlerinin aynıdır. Kalçaları bugünün insanınkine benzemekte ve iki ayak üzerinde yürümektedirler.
İlk insan iskeletlerine yeryüzünün değişik bölgelerinde rastlanmıştır. Cava adasında, 600 000-543 000 yıllarında yaşamış olan Meganthropus paleojavanicus (eski cava insanı) ile 429 000 ile 236 000 yılları arasında yaşamış olan Pithecanthropus erectus ve Pithecanthropus robustus insan maymunun iskeletlerine rastlanmıştır. Bu insan-maymunlar, ikinci buzul çağı ile ikinci sıcak çağ arasında yaşamıştır. Gene 429 000-236 000 arasında Asya’da, Pekin civarında Sinanthropus görülmektedir.
Bütün bu ilkel insanlar, insan ile maymun arası bir kafatasına sahiptiler. Pekin civarında yaşamış olan Sinanthroğus, Avrupa’da 150 000-60 000 yılları arasında yaşamış olan Neandertal insanına benzemektedir. Demek ki, bu ilk çağlarda değişik insan tipleri yaşamıştır. Sinanthropusun ateş yaktığı, bulunan ateş yerlerinden bilinmektedir. Diğer yandan kemikten eşyaların, taştan el baltalarının, hançere benzeyen aletlerin bu ilkel insanlar tarafından yapıldığı tespit edilmiştir. Antilop kafataslarını içme tasları olarak kullandığı ve böylece insanın hayvandan ayrıldığı ve bu nedenle düşünsel bir çalışmanın başladığı anlaşılmaktadır. Bundan da, insan aklının 1 000 000 ile 6 000 000 yılları arasında uyandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca ilkel insanın kafatasında yukarı doğru bir kubbeleşme başlıyor. Ağzın şekillenmesiyle de lisanın doğması mümkün olmuştur. Beyin de yavaş yavaş büyümüştür.
Asya ve Afrika’dan sonra Avrupa’da Heidelberg civarında birinci sıcak çağa ait insan iskeletleri bulunmuştur. Bu insana Homo Heidelbergensis adı verilmiştir. Bu insan tipinden başka Avrupa’da Pithecanthropus ve ondan önce de Australopithecuslar yaşamıştır. Bu varlıklar iki ayak üzerine kalkıp yürümekteydiler. Taşı işleme, daha birinci buzul çağı’ndan önce Tertier’de, Afrika’daki Australopithecuslarda görülmektedir. Kazılarda, çakmak taşı ile diğer sert taş aletlerin 429 000-230 000 arası ikinci sıcak çağda yapıldıkları tespit edilmiştir. Bundan da ikinci sıcak çağda tekniğin başladığını anlıyoruz. Bu aletlere düşünülerek bir form verilmesinden, gelişmiş düşünsel bir faaliyet olduğu anlaşılıyor. 429 000 ile 230 000 arası olan ikinci uzun sıcak çağa ait, insanların taşı diğer bir taşla vurarak biçimlendirdikleri işleme yerleri bulunmuştur. Bundan sonra sapı olmayan baltalar görülür. Bu aletler Avrupa’da Cava’dakinden başka türlü yapılmışlardır.
Bu gözlemin sonucu olarak insanın son buzul çağı’ndan, yani İ.Ö.118 000’den önce alet yaptığını anlıyoruz. Bu aletlerden de biz, insan aklının uyandığını belirliyoruz. Bu aletler çeşitli amaçlara göre şekillendirilmişlerdir. Kemiklerden keskin uçlu mızraklar yapılmıştır. Demek ki, insanoğlu kemik hammaddesinin şekillendirilebileceğini düşünebilmiştir.
Avrupa’da Neandertal insanı 150 000 ile 60 000 yılları arasında yani üçüncü sıcak çağ ile son buzul çağı’nın ilk yarısında yaşamıştır. Neandertal insanı’nın alet tipi, Dordogne’da Le Moustier adlı kazı yerine atfen isimlendirilmiş ve bu nedenle bu devrenin bir bölümüne Mousterien denmiştir. Bu çağın aletleri dövülerek düzeltilmiş ve rötuş yapılmıştır. Bir kısım Neandertal insanı, ölülerini derin çukurlara gömüyor, yanına da yiyecek ile kullandığı aletleri koyuyordu. Bu da, bu insanlarda ölünün yaşamaya devam ettiği inancının olduğunu göstermektedir. Ayrıca gayet kesin olarak bildiğimiz, Neandertal insanı’nın vücudunu boyadığıdır. Diğer bir özelliği de, Neandertal insanı’nın ayı kurban etmesidir. Kurban fikri olunca Tanrı tasavvuru da olduğu anlaşılıyor(hekbert kühn). Her ne kadar Neanterdal insanı’nın çene yapısı içe girintili ve bir hayvanınkini andırır biçimdeyse de, insan dişleri ve aklı vardır. Alet yapmak için sistemli biçimde taşları işleyerek rendeler, el kamaları, bıçaklar yapar. Bu tip insanlar aletleri, taşları döverek ve rötuş yaparak güzelleştirmektedirler. Ateşi biliyor, vücutlarını boyuyor, ölülerini gömüyor ve yanına gereken aletleri koyuyorlardı. Tanrı tasavvurlarına kurban adıyorlardı. Buna karşılık Neandertal insanı’nın sanatı olmadığını Herbert Kühn, (der aufstieg der menschheit, s.71) yazmaktadır. Bu insan neslinin tükendiği anlaşılmaktadır. Neanterdal insanı’nın bir yere göç edip etmediği de bilinmiyor.
İ.Ö.60 000-10 000 yılları arası, yeni bir insan tipi, Neandertal insanı’nın yerini almıştır. Tarih öncesi üzerinde çalışan bilim adamlarınca Cre-magnon (Homosapiens) adı verilen bu insan tipi, bugün Avrupa’da yaşayan insanların atalarıdır.
Aurignacien’den itibaren Magdalenien’e kadar Homosapiens tipi insan yaşıyor. Bu insan tipinin Buzul Çağı’nın ortasında buzulların erimesi sırasında doğudan Orta Avrupa’ya doğru göç ettiği ihtimali vardır. Homosapiensin alnı kubbeleştiğinden beyinsel faaliyetinin gelişmiş olduğunu anlıyoruz. Homosapiensin çene yapısı Neandertal insan’nınki gibi değildir. Öne çıkıntılı olan ve bir hayvana ait ağız ve burnu hatırlatan kısım onda yoktur. Bu bakımdan Homosapiensde bugün anladığımız anlamda bir insan tibi görülmektedir.
Homosapiensi ölülerini dikkatle gömüyor. Yanına gerekli eşyalarını koyuyor. Üstelik yaşamını sürdürmesi için yanına yiyecek de bırakıyor. Ölüleri, sarı renkleri kaybolsun diye kırmızı toprak renkleriyle boyuyorlar. Ölünün yanına ziynet eşyası da koyuyorlar ki, öteki dünyada da malı olsun. Homosapiensin çeşitleri tespit edilmiştir. Ve kişilik farkları da belli olmaktadır. Burada bir karışıklığa neden olmaması için Cre-magnon ile Homosapiensin aynı insan tipi olmadığını belirtmek gerekir. Bu insan tipi, hayvan kemiklerinden kaval ve düdük de yapmaktadır. Neandertal insanı’nın sanatı olmamasına rağmen, Cre-magnonun sanatı vardır. Böylece dünya tarihinde ilk kez İ.Ö. 50 000 sıralarında sanat eseri ortaya çıkıyor. Cre-magnon, heykel ve resimler yapmıştır. Bu insanın eserleri Asya’da Avrupa’da, Fransa ve İspanyada’dır. Bu ilkel insanların çağlarını tespit için en önemli özellik, gereçlerin yapılış tekniklerindedir. Bu aletler ile bunların yapılış teknikleri, eski insanların beyin gelişimini gösteren en güçlü kanıtlardır.
Dünya yüzünde buzul çağı’na ait jeolojik tabakalardan alınan topraklar içinde araştırmalar yapılmıştır. Bu topraklar içinde bitki sporları incelenerek o çağlardaki bitki örtüsü belirlenmiş, böylece iklim ve sıcaklık dereceleri anlaşılmıştır.
BUZUL ÇAĞI’NDA ÇEVRE
Buzul çağı dünyasıyla, bugünkü dünyanın jeolojik durumu arasında fark vardır. Buzullar bütün Avrupa’yı Berlin yakınlarına kadar kaplamıştı. Alpler ve Pireneler’den aşağı inen buzullar güney ülkelerinin içlerine kadar uzanmaktaydı. Orta Avrupa’daki haziran temmuz ısısı 10-11 derece idi. Alpler’de buzullar bugünkü seviyesinden 1.200 metra daha aşağılarda bulunuyordu. Buzulların bulunduğu yerlerde bugünkü kutup manzarası mevcuttu. Yani tundra ve steplerde kaplıydı veya cüce bitkiler bulunmaktaydı. Avrupa’nın soğuktan korunabilmiş olan bölgelerinde ise bodur huş ağaçları ve yosunlar vardı. Bu doğa içinde görülen hayvanlar, mamut, eski fil, gergedan, yaban atı, ren geyiği, in ayısı ve in arslanıdır. Av, genellikle tuzaklarla yapılıyordu. Bu tuzaklar, üstü örtülü çukurlardır. Kesin kanıt olmamakla birlikte, mızraktan başka ok da kullanıldığı zannedilmektedir. Bu kanının sebebi, mağara duvarlarındaki ok desenleridir. Bu arada, bulunan birçok kemik ve taştan sivri parçaların ok uçları olduğu sanılıyor. En büyük filler mızraklarla öldürülebiliyordu. Sürek avı biliniyordu. Tavşanlar, keçiler, hatta kuşların okla avlandığını, mağara resimlerinden anlıyoruz. Balıklar da zıpkınla avlanıyordu.
Bu zamanın insanı, hayatın karşısına çıkardığı zorlukları ortadan kaldırabiliyordu. Hayvan bol, insan azdı. Av da çok kolay oluyordu. Bu yüzden hayatın dertsiz olduğu anlaşılıyordu. Buzul Çağı’nın resimlerinde korkuya, çekinmeye ve kedere rastlamıyoruz. Halbuki Bronz çağı’nda dev resimleri vardır. Buzul çağı’nın insanları neşeli ve kendinden emindir. Bugünkü Eskimolar ve Buşmanlarda da bu kendinden emin tutum ve neşelilik görülmektedir. Buzul çağı insanı toplayıcı olup, fosilleri çıkmış eski eşyaları toplamaktaydı. Ayrıca dikkate değer bir yön de şudur ki, tarih kitaplarında genellikle yazıldığı gibi, Buzul çağı insanı mağaralarda yaşamamaktaydı. Şimdiye kadar yapılan bütün kazılarda mağaralarda oturulduğuna dair en ufak bir ize rastlanmamıştır. Bu çağın insanı, üzeri hayvan postlarıyla örtülmüş (halen Eskimoların yaptığı gibi) kulübelerde veya yere kazılmış ve gene üzeri hayvan postlarıyla örtülmüş çukurlarda oturuyordu. Bir de, mağaların dışa çıkıntı yaptığı yerlerin önünü kapatıyorlar ve bu kısımlarda oturuyorlardı. Ya da mağaraların giriş yerlerinden yararlanıyorlardı. Fakat mağaraların içinde oturulduğuna dair hiçbir kalıntı görülmemiştir.
Ateş için, ağaç bulunmayan yerlerde hayvan kemikleri yakılmıştır. Buzul çağ insanı, mamut ve ren geyiği eti stok ediyor ve uzun zaman aynı yerde oturuyordu. Ancak stoklar bittiği zaman göç ediyorlardı.
BUZUL ÇAĞI SANATI
Bugünkü bilim, insanın yeryüzünde ortaya çıkışına kadar uzanan araştırmalar yapmaktadır. Böylece insanın ilk eserleri gün ışığına çıkmış ve bir Buzul Çağı sanatıyla karşılaşılmıştır. Eskiden sanat deyince, Yunan sanatı akla gelirdi. Napolyo’nun mısır seferi ile de ilk olarak Eski Mısır sanatı, görüş alanına girdi. XIX.yüzyıldan bu yana Layard’ın Mezopotamya’daki kazıları, bu bölgenin geçmişteki en büyük sanatına ilgiyi çekti. Ancak insan tasavvuru bundan geriye gitmiyordu. Bu yüzden de Buzul Çağı sanatı çabucak anlaşılmadı. Antropolojik araştırmalarda insanın dünya yüzünde ne zaman doğduğu ve nasıl geliştiği sorusu, büyük bir anlayışsızlıkla karşılaştı. Çünkü Önasya’nın ü. Büyük dini de insanlığı, Adem ve Havva ile başlatılır. Üç büyük dinin kitaplarında Adem’in iki oğlu vardır. Bunlardan biri çiftçi, diğeri çobandır. Tarımın başlangıcı, İ.Ö.6000 yıllarında olduğuna göre, Adem Havva oğullarının bu tarihlerden pek az önce dünyaya gelmiş olmaları gerekmektedir. Böyle olunca, Adem ve Havva’nın dünyaya ilk gelen insanlar olmadıkları gibi bir gerçek ortaya çıkmaktadır.
İnsanoğlunun araştırmalarda bulunan ilkel şekilleriyle bu hayvan-insan yaratıkların varlığı, fanatik düşünen birçok kişiyi ayaklandırmıştır. Geçen yüzyılın önde gelen bilim adamları bile, bu ilkel yaratıkların insanın ilk örnekleri olduğunu kabul etmek istemiyorlardı.
Mağaralardaki resimler ilk olarak 1901 yılında bilimsel bir gözle incelenmiştir. Altamira 1879’da bulunmuştur. Altamira’daki resimlerin Eskitaş Çağı insanları tarafından yapıldığı gerçeği, ancak çetin antropolojik ve prehistorik incelemeler sonucu anlaşılmıştır. Ancak Pair-non-Pair mağarasının 1881’de keşfi, Marcoulas mağarasının resimlerinin 1895’de bulunuşu, Lamouthe mağarasının yeniden incelenip araştırılmasını gerektirmiştir. Böylece mağara resimleri her yerde önem kazanmış, sonunda da öncü bir prehistorya uzmanı olan, bilim adamı Breuil, bu resimlerin Buzul Çağı’na ait olduğunu kabul ettirmişti.
Buzul Çağı’nda resimlenmiş mağaralardan Les Combarallas, Ariege’de Trois Freres Santander civarındaki Covalanas, El Castille, Altamira, Fransa’daki Lascaux ve Niaux en önemlilerindendir.
Yüzyılımızın başından bu yana, toprak içinde olan yüzü aşkın mağara gün ışığına çıkarılmış ve incelenmiştir. Bu resimler ilkel insanın etrafını çeviren dünyayı, düşüncelerini, rüyalarını anlatmaktadır. Bunlar yanında gene bu çalışmalardan, onların artistik kudretlerini anlamamız mümkün olmuştur.
Aurignacien resimlerinin genel karakteri, bunların çizgiden ibaret oluşudur. Solutreen Çağı, sadece çizgiden oluşan desenden, renk lekeleriyle artistik olarak yapılmış ve büyük bir serbestliği bulunan resimlere geçiş devresidir. Stil gittikçe plastikleşmiş ve anlatım canlılaşmıştır. Formlarda hareket özelliği önem kazanmıştır. Solutreen sanatının kazı yeri Valencia ile Dordogne’dadır. Magdalenien’in ortasına doğru sanat, boya özelliği olarak değerlenir. Altamira, Lascaux ve Niaux, bu dönemin resimlerinin en güzel örneklerini veren mağaralardır.
Orta Magdalenien’in konturu terk ederek renk lekeleriyle yapılmış artistik resimlerinde, modern Empresyonizmin uğraştığı bütün sorunlar görülmektedir. Yani bu resimlerde an, bakış, arka ve ön yönler, haraket, gölge-ışık ve kitle problemleri, Empresyonizme uygun olarak ele alınmış gibi görülür. Magdalenien’in sonunda sanat, yeniden çizgiyle anlatıma döner. Şekillendirmenin plastik ifadesi terk edilir. Magdalenien’in son çağına ait tipik eserler Pireneler’de Dordogne’da, İsviçre’de Schaffhausen’dedir. Lascaux’nun ilkel sığırları da bu zamanda yapılmıştır.
Sonuç olarak, sanatın çizgiyle başladığı ve formların çizgiyle ifade edildiği görülmektedir. Renk lekeleriyle çalışarak iç ve dış formları belirten ifade şekli de Orta Magdalenien’de görülmektedir. Magdalenien’in sonunda da anlatım, yalnız kontor çizgilerine dönüyor. Öyle ki, bu dönemdeki çizgiyle anlatım, bir yaratma değil inşadır ve artık, yalnız bilgiye dayanmaktadır. Yaratma heyecanı çalışmalarda yoktur. Bu çizgiden başlayan gelişimin renk lekelerine gitmesi ve sonunda inşacılık, bütün sanat ekollerinde ve çağ üsluplarında açık olarak görülür. Öyle ki, bu gelişim olayını, bir kanun olarak bütün büyük uygarlık sanatlarının gelişiminde de izleyebildiğimiz gibi, Girit, Rönesans, Grek ve çağımız sanat anlayışlarında da görüyoruz. Burada görülen, yeryüzündeki ilk sanat aşamalarıdır. İşte bu biçim gelişiminin sonunda Eskitaş çağı biter ve Ortataş Çağı başlar.
Ortataş Çağı(Mezolitik Çağ) (İ.Ö. 10 000-4000)
Eskitaş Çağı’ndan sonra Ortataş Çağı (mezolitik)başlamaktadır. Mesos orta, lithos ise taş demektir. Ve mezolitik, Ortataş anlamına gelmektedir. Ancak bu çağ, son zamanlardaki bir sınıflandırmaya göredir. Eskitaş Çağı’yla Buzul Çağı’nın bittiği ve yeniden bir Sıcak Çağ’ın başladığı görülmektedir. Böylece yeryüzündeki bitki örtüsüyle hayvanların değiştiğini, soğuk iklimle ilgili bitki ve hayvanların kaybolduklarını anlıyoruz. Ortataş Çağı’nın tespit edildiği toprak tabakalarında, üç köşeli sivri taşlar bulunmuştur. Bu taşlar, İngiltere, Belçika, Danimarka, Güney İsveç, Almanya ve Afrika ile Asya da bulunmuştur. Bunların ok uçlarına konuldukları belirlenmiştir. Bu çağda bulunan hayvanlar geyik, at, dağ keçisi, kurt, karaca, yaban domuzu, kunduz, porsuk ve yaban kedisidir. Kuşlardan da bugün görülen çeşitlerle, balıklardan alabalık, turna balığı ve kurbağaya rastlanmaktadır. Bütün bu hayvanların fosilleri bulunmuştur. Ayrıca ateş yakılmış yerlerde fındık ağaçları, ceviz, erik çekirdekleri, buğday taneleri ve palamut ağacı bulunmuştur. İnsan henüz bu çağda tarımı bilmemektedir. Bu devirde yapılan eşyalar, Maglemose kültürü adı altında değerlendirilmiştir.
Toprağa yerleşmenin Ancylus dönemin’de olduğu üzerinde bilim adamları hemfikirdirler. Ancylus ismi, Ancylus Gölü’ne (sonraki Baltık denizi) atfen verilmiştir. Bu gölge ancylus fluviatis denilen bir tatlısu sümüklüböceği yaşamaktaydı.(İ.Ö.6000) bu devirde, Orta Avrupa’da buzullar tamamen erimişti. Ancylus Gölü eskiden tatlısulu bir göldü ve henüz Atlas Okyanusu ile birleşmiş değildi. Atlas Okyanusu bugünkü seviyesinden 90 metre aşağıda bulunuyordu. Ancak buzullar eridikten sonra Okyanus bugünkü seviyesini bulmuş ve Ancylus Gölü ile birleşmişti. Buzulların erimesi, bu yörede iklimin değiştiğini göstermektedir. Kışlar ılık, yazlar ise sıcak geçmektedir. Buzulları Baltık ülkelerinde eridikten sonra Ancylus Gölü’nün meydana geldiği anlaşılmaktadır. İşte toğrağa yerleşmenin bu sıralarda başladığı tahmin edilmektedir. İklimin değişmesiyle ormanlar çoğalınca, ağaç kesmek için saplı baltalar yapılmıştır. Kuzey Avrupa’da Ertebölle’de, bu çağın (Maglomese kültürü) en önemli özelliği olan, kap kacak kalıntıları bulunmuştur. Toprak kaplar sivri diplidir. Bunlar kuma sokularak oturtulmaktaydı. Toprak kap ile tarih öncesi Ortataş Çağı başlar. Toprağa yerleşmenin bu tipik izlerini Danimarka’da, İngiltere’de, Almanya’da, Irlanda ve Fransa’da görüyoruz. Almanya’da Brandenburg’da Maglemose üslubunda bir çeşit seramik geliştirilmiştir. Bu seramik kaplar, örme sepetlerinin içine ve dışına kil sıvanarak yapılmıştır.
Ortataş Çağı’na ait kalıntılar, daha birçok ülkede bulunmuştur. Anadolu, Suriye, Mezopotamya, bu açıdan önemli kazı yerleri arasındadır. Toprağa yerleşmenin ilk izlerine Klikya’da Mersin civarında yapılan kazılarda rastlanmıştır. Genel olarak tarımın İ.Ö.6000 ile 4000 yılları arasında başladığı kabul edilmektedir. Filistin’de bu tarihlerde kullanıldığı belirlenen biçici bıçaklar bulunmuştur. Irak’ ta ve kuzey Afrika’da toprağa yerleşme izleri Avrupa’dan daha eskidir. İnsanlar kulübelerde oturarak hayvan evcilleştirmeye başlamıştır. Esasen Ortataş Çağı’nda, insanlar ile bazı hayvanların birlikte yaşadığı, insan iskeletleriyle hayvan iskeletlerinin yan yana bulunmasından anlaşılmaktadır. Ortataş Çağı yani Mezolitik dönemin tüm kültürü olan Maglemose’de, köpeğin evcilleştirildiği, balık avının yapıldığı belirlenmiştir. Balık avlamak için kullanılan ağzı delikli balık sepetleri bulunmuştur. Ağacın baltalarla düzeltilip evlerin döşemelerinde kullanıldığı, bulunan ev kalıntılarında görülmektedir. Ağaçtan sepet yapımına ve balık ağı örülmesine de başlanmıştı. Çanaklar kilden sucuklarla yapılıyordu. Değiş-tokuş ticareti başlamıştır. Örneğin çakmak taşları, Norveç’teki bir adadan getirilip bütün Avrupa’ya dağıtılıyordu. Ticaret için büyük kayıkların Ortataş döneminde yapıldığı kesindir. Esasen Ancylus dönemine ait(İ.Ö.6000 yılları)bir kayık da bulunmuştur. Kar ayakkabıları da bu döneme aittir. Ortataş Çağı’nda başlayan tarım kültürünü yansıtan bu sanatın örneklerini Doğu İspanya’da, İskandinavya’da, Rusya’da, Kuzey Afrika’da, Anadolu ve Mısır da görüyoruz. Doğacı İskandinav sanatı Buzul Çağı’nın devamıdır. Fransa ile İspanya’da resimler son Magdalenien’in çizgilerle yapılmış biçimlerine bağlanır. Ancak İskandinav sanatı, Buzul Çağı’nda esas olan vücud hacmine modle etmeyen çizgi karakterindedir. Bazen boya da kullanılmıştır. Bu resimler genel olarak kayalara derin çizgilerle yapılmıştır(Norveç ve İsveç te) bu resimlerin en eskileri doğacı olup, hayvanları tasvir eder. Kayalara dikkatle ve kuvvetli kontur çizgileriyle kazınmıştır. Konturlar da kaypak olarak kazınmış ve cilalanmıştır. Bu resimler şematik hayvan figürleri izler. Bu bir geçiş dönemidir. Üçüncü devirde ise, stilize edilmiş insan şekilleri görülmektedir. Artık hayvan biçimlemesinden uzaklaşılmaktadır. Böylece insan kendini konu olarak ele almaya başlamaktadır.
Genel olarak Ortataş Çağı’nın resim özelliği, doğacı bir resimden güçlü bir sitilizasyona giden anlayıştadır. İskandinav resimleri de zaman farkıyla güneydeki özellikleri taşırlar. Kuzey resimleri İ.Ö.6000 ile 5000 yılları arasında yapılmıştır. Bu tarihler İskandinavya’daki buzulların erimesine göre hesaplanmıştır. Bazı kayalar üzerindeki resimlerin stilizasyona vardıkları görüldüğünden bunların Tunç Çağı’nda yapıldığı anlaşılmaktadır. Aslında Tunç Çağı resimleri, İskandinavya’da tamamen stilize edilmiş bir biçim gösterir.
Hiç kuşku yoktur ki, İskandinavya’daki resimler de, büyüyle hayvanı cezbetme düşüncesine dayanır. Resimleri yapanlar büyücüdürler. Bugün bile Kuzey memleketlerinde oturan Laplar, aynı stilde ve anlayışta resim yapmaktadırlar. Hatta Laplar bugün eskiden kalma prehistorik resimlerin önüne kurban kesmektedirler. Bu resimler demir oksiti boyalarıyla yapılmıştır.
Buzul Çağı’nda olduğu gibi, ortataş çağı’nda da büyücüler okullar kurmuşlardır. Çünkü aynı ekolden çıkmış resimler,ayrı ayrı yerlerde görülmektedir.
Genel olarak Ortataş Çağı’na ait resimlerde hayvanların arka ayakları yoktur. Boynuzlar perspektif içinde görülmemiştir. Resimler, hacimli değil, yüzeysel biçimde düşünülmeye başlanmıştır. Yavaş yavaş yüzeysel kuvvetlenerek, yarı şematik, hayali ve gerçekten uzak formlara ulaşılmıştır. Resimlerin dilinden,açık olarak avcılığın sürdüğü anlaşılmaktadır. Kuzey ülkelerinde Buzul Çağı koşulları devam ettiğinden hayvan bol olup bunların avcılığı da kolaydı. Buna karşılık güneyde av hayvanları azaldığından, yeni bir yaşama şekli gerekiyordu. İskandinavya sanatı bütün olarak, avcı kültüründen hayvan evcilleştirmeye yönelir. Buna karşılık Doğu İspanya sanatı, avcılıktan çiftçiliğe ve hayvan evcilleştirmeye olan geçişi gösterir. İskandinavya resimlerinde kaya resimleri daha derin kazınmıştır. Doğu İspanya resimlerinde ise, bu kazıma çok yüzeyseldir. Ve bu güney ülkelerin sanatında canlı bir renk ve ifade kuvveti görülür. Doğacı olmakla beraber Buzul Çağı’nın plastik ifadesine sahip değildir. Gerçeğin anlatımı da terk edilmiştir. Hayvanlar objektif bir gözle görülüyor, fakat gerideki ayakları resmedilmiyordu. Figürlerin kenarları konturla, ortası yani iç formları lekeyle ifade ediliyordu. Böylece resimlerde plastik ifade kayboluyor, bunun yerine yüzeyselleşme başlıyordu. Bu olay yüzyılımızın başında Empresyonizm, Fovizm ve Ekspresyonizmle aynen yeniden ortaya çıkıyor. Ortataş Çağı’nda hayvan resimlerinin azaldığı ve bunun yerini insan figürlerinin almaya başladığı görülür. Buzul Çağı’nda da bazı insan figürlerine rastlanmaktaydı. Ancak Ortataş Çağı’nın insan figürleri, stilize edilmiş resimlerdir. Bazı figürler gayet rakursi pozisyonlarda gösterilmiştir ve hayret vericidirler. Biçimleme inşai tarzdadır. Resim öğeleri gerçekçi olmayıp, tamamen artistik buluşa dayanırlar. Fakat bu doğadan uzaklaşma, komposizyon bütünlüğünü sağlamak için gerekli olmuştur. Hayvan resimlerindeki iç form düzenli bir leke tertibi gösterir. Leke tertibi iki boyutludur. Bu biçimlemenin, toprağa yerleşmeyle giderek soyutlaşmaya yöneldiğini göreceğiz.
Sanatta ilk soyutlaşmanın başlama nedenleri
Buzul Çağı’nın sonuna kadar insanların yiyeceklerini hazır olarak doğadan aldıklarını gördük. Yani insan yiyeceğini doğadan gasp suretiyle temin ediyordu. Fakat bu çağda insan avcıdır ve yabani meyveleri toplayarak geçinir. Taştan balta, ağaçtan yay ve mızrak, kafataslarından kap-kacak yapmaktadır. Avı için büyü yapar, tuzaklar kurar. Avını kayalara resmeder, resimde onu öldürür. Böylece avını yakalayacağına inanır. Buzul Çağı’nda insan düşüncesi hayvanla ilgilidir; kendini problem olarak ele almamıştır. Ortataş Çağı’nda ise insanın kendini gözlemlediği görülüyor. Buzul Çağı’nda insan resimleri canavarımsı değildir. İnsanın içini ürperten bir anlatım yoktur. Henüz neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilmemektedir. Günah fikri henüz doğmamıştır. O aynen Eskimolar, Buşmanlar gibi neşeli, sağlıklı bir vahşidir. Kendisinin yaptığı işler canavarcadır. Fakat onda canavar düşüncesi yoktur. Bu dönemin insanı, bol su, ağaç av, meyve ve zengin bir doğa içindedir. Ölülerini, ölüye ilişkin eşyalarla birlikte ve yaşayan bir insanın neye ihtiyacı varsa onlarla beraber gömüyor. Bu tasavvuru ilerde, büyük uygarlıkların başladığı Mısır ve Mezopotamya’da da göreceğiz. Ayrıca Buzul Çağı insanları, ölünün doğal rengini yok etmek için onları kırmızı toprak boyalarla boyuyorlardı. Görüyoruz ki, Buzul Çağı insanında öldükten sonra yaşanıldığı inancı vardır. Fakat bu dünya ve öteki dünya gibi bir tasavvurları yoktur. Bütün bu hususları bize Buzul Çağı sanatı açıklamaktadır.
Bu çağın resimlerinde bir şey üzerinde kafa yorma olmadığı gibi, düşünülmüş, soyut anlamda yüce bir tasarım da yoktur. Bu resimler, tamamen hali gösterirler ve içinde yaşanılan somut dünyanın birer aynasıdırlar. Demek ki, Buzul Çağı insanın dünyası, soyut olmayan bir bütünle ilgilidir. Bu dönemin sonundaysa, insan tamamen bir başka ortamdadır. İnsan artık bizzat kendini gözlemlemektedir. Resimlerdeki hayvanın yerini insan almıştır. Hayvan resimleri tamamen kaybolmamakla birlikte azalmıştır. Bu olayı Ortataş Çağı’nda görüyoruz. Henüz tarım hayvanları evcilleştirme ve çanak-çömlek gibi tasarımlara ait buluşlar yoktur. Fakat bütün bu buluşların hazırlıkları görülmektedir. Bunların hazırlanma dönemi olan Ortataş Çağı İ.Ö. 10 000-4000 arasıdır. Verilen bu tarihler Güney Avrupa içindir. Kuzey Avrupa’da ise İ.Ö. 10 000-2000 arasıdır. Tarımın ilk kez Mezopotamya ve Mısır’da görüldüğü gerek kazılardan, gerekse din kitaplarından bilinmektedir. Tarımla, insanoğlu tüketicilikten üreticiliğe geçiyor. Bu olay, insanlığın oluşunda büyük bir değişmeyi göstermektedir. Tarımla beraber toprağa yerleşme başlıyor. Tarım yapılar yerlerde köyler kuruluyor. Kalabalık bir insan topluluğunun çalışması, toprağın ürün vermesi fikri, bereketin sırrı, ölüm ve doğum üzerinde düşünme, tohumun verimliliği, hava, güneş,yağmur gibi etmenler üzerinde endişeler ortaya çıkıyor. Mevsimlerin izlenmesi, bunların değerlendirilmesi, çiftçiliğe ait aletlerin yapımı, hayvan kuvvetinden yararlanma gibi düşünceler gerçekleşiyor. Bitkileri gözlemlerken, yağmur ve özellikle rüzgar gibi görünmeyen kuvvetlere hükmeden bir tanrı fikri doğuyor. Tanrı’nın insanlara hakim olduğu, onun yiyeceğini verdiği, bereket düşüncesi ortaya çıkıyor. Böylece insan düşüncesi bereket, can ve kainat tasavvuruna varıyor. İnsan kafasında, Buzul Çağı’nın somut dünyası dışında, soyut bir tasarımlar dünyası doğuyor. İnsan kendi kendisinin bilincine varıyor. Kişilik fikri, dünya yüzünde ilk defa insanın bilincine yerleşiyor. İnsan düşünür oluyor. İnsanoğlu hazır yiyici durumundan, kendi gücüyle yaşama durumuna geçiyor. Bundan ötürüdür ki, din kitaplarında Allah, Adem’e ağaçtaki kendi kendine yetişmiş meyveyi yemesini haram ediyor. Yani Allah, insanın hazırcı ve yağmacı olmasını istemiyor.
İnsan bu durumda dünyada görünmeyen şeyler üzerinde düşünmeye başlıyor.düşündüğü şeylere ad veriyor ve Buzul Çağı insanının somut dünyası dışında, soyut bir dünya kuruyor. Bundan dolayı hayvan, artık resmin konusu olmuyor. Verimliliğin, büyümenin, gelişmenin nedenleri görülebilir şeyler olmadığından, bunların sembollerle ifadesi başlıyor. Verimlilik, kadın ve su sembolleriyle anlatılıyor. Bundan dolayı toprağa yerleşmeyle kadın heykelcikleri çoğalıyor. Bir çemberin dörde bölümü, mevsimleri; yılan ve ay bereketi temsil ediyor. Bütün bu gerçekler, ilk olarak II.Dünya Savaşı’ndan sonra Mezopotamya, Mısır, Çin ve Avrupa’da yapılan kazılar sonucu anlaşılmıştır.
Yenitaş Çağı
Tarihten önceki zamanlar için en önemli dönüm noktalarından biri Yenitaş Çağı’dır. Taşı delme, cilalama, toprağı pişirerek kaplar yapma, hep bu çağın buluşlardır. Toprağın işlenmesi, ekip biçme, hayvan evcilleştirme de gene bu çağın buluşlarıdır. Yalnız doğadaki meyve ve çeşitli yiyecekleri toplayarak geçinen insan, bu çağda artık bizzat üretici olmuştur. Kişilere ve topluma ait mülkiyet de ilk kez bu çağda görülür. Toplumda iş bölümü, mesleklerin doğuşu, hep bu Yenitaş Çağı’ndadır. Yeni bir din anlayışı da ortaya çıkmıştır. Eskitaş Çağı’nın av için yaptığı büyü, bu çağda yerini yağmur, güneş ve bereket tanrılarına bırakmıştır. Bugün edinilen bilgilere göre, tarım ve hayvan evcilleştirme, Asya ve Afrika’da birçok yerde birden başlıyor. Bilim adamları halen gerek tarımın, gerekse hayvan evcilleştirmenin ilk çıkış yerini aramaktadırlar. Ancak genel kanı, bu iki iktisadi buluşun, çeşitli yörelerde aynı zamanda başladığıdır. Önasya üzerinden bu iki kültür Balkanlar’a, buradan da kuzey-batıya ve Güney Rusya’ya yayılıyor. Mısır’dan da, başka bir kol aynı kültürü Kuzey Afrika boyunca yayarak İspanya’ya, Batı Avrupa’ya ve hatta İskandinav ülkelerine kadar uzanarak götürüyor ve burada iki kol birleşiyor. Bu iki kolun özellikleri belirlendiğinden, gittikleri yerler, bıraktıkları kalıntılar, bir çizgiyle harita üzerinde izlenmiş ve sonunda birleştikleri yerler de bulunmuştur. Balkanlar üzerinden giden kültürün belli başlı özelliği seramiklerde görülen bant biçimindeki bir süstür. Bunların yanında bereket idolleri olan kadın figürleriyle, boğa figürleri vardır. Mısır’dan çıkan koldaki özellikler ise, mağara mezarları, megalit mezarlar ve dikilen anıtsal taşlardır. Böylece bu kolda, tamamen başka bir dinsel anlayış görüyoruz.
Asya’da Yenitaş Çağı İ.Ö. 5000’den 3000’in sonuna kadar sürmüştür. Yani aşağı yukarı iki bin yıl kadar. Ve biz, Avrupa’dan önce Önasya’da böyle büyük bir kültürün var olduğunu anlıyoruz. Bu kanı, Türk görüşü değil, bütün Batı aleminin paylaştığı ortak bir görüştür. Örneğin, Avrupa kavimleri avcı olup Ortataş Çağı’na henüz ulaştıkları zamanlarda, Önasya’da tarım ve hayvancılık en verimli zamanlarına ulaşmıştır.
Yenitaş Çağı’nın kültürü Bakır ve Tunç Çağı denilen zamanlarda da devam etmiştir. Yani Yenitaş Çağı devam ederken, metal işlenmesi gittikçe gelişmiştir. Bu yüzden büyük uygarlıklar denilen Mısır, Mezopotamya ve Hitit kültürlerinin hep taşın işlenmesiyle meydana geldiği görülmektedir. Yenitaş Çağı öğeleri, Ortataş Çağı’nda hazırlanmış olup, artistik anlatımda büyük bir değişiklik gösterir. Majik, yani büyüyle ilgili Eskitaş Çağı sanatından, konstrüktif bir düzende olan anlatıma yönelme, bu devrede önem kazanır. Bu yüzden mekan yaratıcı ve doğa süsleyici bir sanat ortaya çıkar. Bu mekan yaratma gücü, kaplardaki boşlukta, pişmiş topraktan yapılan ölü sandukalarında belli olur. Böylece Yenitaş Çağı’nda seramik sanatının doğduğuna tanık olunuyor. Özellikle Kuzey Avrupa’da çeşitli biçimlerde kaplara rastlanıyor. Bu kapların, içi boş boynuzların ve hayvanların kafataslarının, içme tasları olarak kullanılmasından akla geldiği kabul edilmektedir. Ayrıca zamanla bu kaplar, artistik bir biçim gereksinmesinden doğan buluşlara sebep olmuş ve bir meslek alanının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yani bir artistik gereksinme de ortaya çıkmıştır. Ayrıca kapların süsleme sorunu iki biçimde çözümleniyor. Süslemeler ya çizgiyle ya da noktalamayla yapılıyor.
Bu süslemeler ve yüzeyde kalan inşai biçimlendirme, Eskitaş Çağı’nın zengin hayvan resimlerinden daha zayıf ifadeli görülür. Ancak bu inşai biçimlendirme, yeni bir dünyanın kuruluşunu öngören bir anlayıştır. Bu görüş gerçek insan aklının daha büyük, daha mantıklı ve yaratıcı bir çağını doğurur. Çünkü inşai mekan anlayışı, mimari,toplum düzeni,toprağa yerleşme,din vb.birçok buluşların doğmasına sebep olmaktadır. Yenitaş Çağı’ndan bugüne kalmış yerlerdeki odalar, yaşayanlar için değil, ölüler içindir. Sanatta ilk idealizm ve amaçsızlık bu devrede görülür. Bu özellikler, ilk mimari ölçülerle biçimlendirme şeklidir. Bunun yanında ölüler için yapılan sandukalar, önceleri pişirilmiş topraktan, sonraları ise taştan oyularak hazırlanmaya başlanmıştır. Bu taştan sandukalara sarkofaj ya da lahit diyoruz. Zamanla bu sarkofajlar büyümüş ve oda halini almıştır. İri taşlardan ve tek parça bir çatı taşından yapılan bu mezar odalarıi dolmenlerdir. Bunların üzeri toprakla örtülüyordu. Böylece bir tepe içinde mağara formu ortaya çıkıyordu. Eskitaş Çağı’ndaki mağaralara ölü gömme adetinin bir devamıdır bu. Ölüye böyle tahrip edilmesi zor mezarlar yapma düşüncesi, mimariyi anıtsal yönde gitmeye zorlamıştır.
Yenitaş Çağı Sanatı
Bu mimari eserlerin yanında külah biçiminde, kubbeli, taştan mezar yapılarına da rastlanmıştır. Bu yapılar, merkezi mimarinin ilkel örneğidir. Bir çember biçimi üzerinde, büyük taşların aralıklı olarak dikilmesiyle yapılmış olan bayram yerleri de bu çağda görülmektedir. Bu meydanlar, mezarların bulunduğu yerlerin önüne yapılmıştır. Bunların Fransa’da Bretagne’da ve İngiltere’de Salisbury’de görüyoruz. Bir de gene büyük taşların aralıklı olarak obeliskler gibi dikildiği “taş yol” denilen yollar görüyoruz. Bu yollar kutsal caddelerdir. O çağlarda bunlara ruhlar caddesi denirdi.
Yukarıda sözü edilen mezar tepelerinin eteğine, yekpare yüksek taşlar dikmek adeti de vardı bu çağlarda. Bunlara menhir diyoruz. Bu menhirlere mezar ya da anı taşlarının formları verilmiştir. Bu yüksek uçan ruhun konut olarak barınabilmesi için konulduğu sanılıyor.
Neolitikum’daki yani Yenitaş Çağı’ndaki bu yeni hayat düzeni, mimariyle biçimlenirken, insan formunun da mimarileştiği görülür. Yani insan şekli de inşai olarak resmedilmeye başlanıyor. Bu sanatta, figür anlatımının da mimari görüşe ayak uydurduğu ve bir çeşit soyut anlatımın belirdiği görülüyor. Bu soyuta giden basitleştirme, tasvirden çok form titizliğine ve süslemeye götürdüğünden, mekan yaratma ve yüzey düzenleme mümkün olmuştur. Bu nedenle mimarinin gereğini o çağ insanlarının anlamış olduğu kabul edilmektedir.
Yenitaş Çağı’nda baltalar, hançerleri bıçaklar ve çekiçler kaba yontmalarla değil, ince bir form vermeyle birlikte fonksiyon ve estetik de düşünülerek meydana getirilmiştir. Bir kanıya göre, taşların cilalanması, madeni aletlerin o pürüzsüz parlaklığının taşa verilmesi düşüncesinden doğmuştur.
Yenitaş Çağı’nda mimari ve süsleme sanatının doğduğunu ve şematik anlatımla sanatta soyutlamaya giden yolun açıldığını görüyoruz.
Kaynak: Adnan Turani 'Dünya Sanat Tarihi '
Sevcan Akkuş'a yardımlarından dolayı teşekkür ederim