Bana yaratıcılığı öğretenin kırk yıl kölesi olurum...

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364
Amerikan İçecekler Birliği (ABA) itiraz ediyor

“4-MI nin insanlarda kansere yol açtığına dair bir delil olmadığı gibi FDA da dâhil hiçbir ülke 4-MI’ yi insanlar için karsinojen olarak kabul etmiyor.

Hayvanlarda çok yüksek dozlarda görülen karsinojen etkinin insanlar için de geçerli olduğunu iddia etmek imkânsız. Bunun için günde bin kutu kola içmek lazım.

Karamelin kanserojen olduğu iddiası uzun zamandan beri yiyecek ve içecek endüstrisine saldıran grubun tüketicileri korkutmasından başka bir işe yaramayacaktır. “

Bu telaş gereksiz mi?

BİR: Karamel boyasının insanlar için kanserojen olduğunun kanıtlanmamış olması bence hiç önemli değil; bunun farelerde birçok kansere yol açıyor olması yeterli.

Ne yani binlerce, on binlerce insan kanser olduktan sonra “Karamel hakikaten kanserojenmiş, kullanmayalım” demek mi yoksa kanser yapma ihtimali olan bir maddeyi hiç kimse zarar görmeden hayatımızdan çıkarmak mı doğrudur?

İKİ: İnsanların farelerde kanser yaratan miktarlarda karamele maruz kalmaları için günde bin kutu kola içmeleri gerekir ifadesine bakıp yanılmayalım.

12 onsluk bir kutuda ortalama olarak 140 mikrogram (Kaliforniya Kanunlarına göre 5 misli fazla!) 4-MI olduğu ve karamel boyasının başka içecek ve yiyeceklerde de bulunduğu hesaba katılacak olursa kola tiryakilerinin ihmal edilemeyecek kanser riski ile karşı karşıya oldukları ortaya çıkar.

ÜÇ: Farelere bu maddenin çok yüksek dozlarda verildiği doğru ama hayvanlar laboratuar ortamında sadece bu maddeye maruz kalıyorlar; oysa insanlar her gün yediklerinden içtiklerinden, soludukları havadan başka karsinojenler de alıyorlar.

Karsinojenlerin birbirlerinin etkisini artırıcı özellikleri olduğu ve bundan dolayı da birden çok karsinojene maruz kalınması durumunda kanser riskinin artabileceği de unutulmamalıdır.

DÖRT: Bu kimyasalların hiçbir besin değeri olmadığına ve yiyecek ve içeceklere renk vermekten başka bir işe yaramadıklarına göre, endüstrinin bunları kullanmakta ısrar etmesinin mantığını anlayamıyorum.

Gelelim neticeye

Bu olaydan alınması gereken iki önemli ders var:

BİR: Her iki üretici karamel boyasının miktarını sadece USA’ da üretilen kolalarda azaltmayı taahhüt ediyor; demek ki Amerika dışında yaşayanlar ya kansere karşı dirençliler ya da canlarının kıymeti harbiyesi yok.

İKİ: Üreticiler bizi tınmıyor olabilirler ama bizim hükümetimiz, bilim dünyamız, tüketici derneklerimiz, çevrecilerimiz neden seslerini çıkarmıyorlar, ticari ilaç ve aşıları kahramanca savunan tıp derneklerimiz uyuyor mu?
http://ahmetrasimkucukusta.com/2014/01/25/yazilar/tip-yazilari/beslenme/kolali-iceceklerde-kanser-riski-var/

http://ahmetrasimkucukusta.com/2014/01/25/yazilar/tip-yazilari/beslenme/kolali-iceceklerde-kanser-riski-var/
 

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364
Tam yirmi yıl önce aramızdan ayrılan Tarık Buğra verdiği bir söyleşide Orhan Pamuk’un yazma imkânlarını kıskandığını söylemiş ve Pamuk’un başka bir iş yapmak zorunda olmadan bütün vaktini yazarak geçirebildiğini, oysa kendisinin sabahtan akşama kadar süren bir memuriyet mesaisinden sonra yazı masasına oturabildiğini anlatmıştı. ABD’li yazar Toni Morrison da çalışma koşullarından yakınan yazarlardandır. The Paris Review’a verdiği söyleşide, “Düzenli yazamıyorum. Bunu hiçbir zaman beceremedim; nedeni de daima dokuz-beş bir işim olmasıydı. Ya bu saatler dışında hızlı hızlı yazmam ya da hafta sonlarımın ve gün doğmadan önceki vakitlerimin büyük kısmını harcamam gerekti.” der. Morrison yazı masasına oturduğu anda hayatı bir kenarda bekletmeyi başaranlardandır: “Yazmaya oturduğumda asla derin düşüncelere dalmıyorum. Buna vaktim yok; çocuklarımla ve öğretmenlikle ilgili yapacak başka bir dolu işim oluyor. Düşüncelere dalma, fikirler üretme işini arabayla işe giderken, metrodayken veya çim biçerken yapıyorum. Kâğıdın başına geçtiğimde üzerinde çalışabileceğim bir şeyler oluyor ve böylece üretebiliyorum.”
***
Ziya Osman Saba ise nasıl çalıştığını şu sözlerle anlatıyor: “Çok şükür şiiri ne zaman, nerede olsa yazabiliyoruz. Tramvayda, vapurda, yürürken, otururken, yatarken hatta kim bilir uykuda bile… Kalemle yazmak bakımından yaptığım, fazla fazla, küçük kâğıt parçalarına not etmektir. Bu küçük kâğıt parçalarını, cebimde yine küçük kâğıt parçalarına not etmektir. Bazı şiirler inatçıdır, bitmek bilmezler; nihayet olmayacak der bırakırım. Notlarım o küçük kâğıtların üzerinde kalır. Ara sıra yoklarım, yine bana mısın demezler. Sonra ne olur bilmem, bazen senelerce sonra o şiirler yola gelmişlerdir, bitiverirler."

BENİM YÖNTEMİM, NERDEYSE YÖNTEMSİZLİK (ADALET AĞAOĞLU)
Öyle ya, her işin bir yöntemi var: Pilav pişirmenin, etek dikmenin, arşiv tutmanın, kitap dizmenin, köprü kurmanın, tohum ekmenin, vida takmanın, adam tutmanın, adam elemenin, cinayet işlemenin... Her şeyin, her işin bir yöntemi var. roman yazmanın da bir yöntemi olmalı, değil mi? Yapılan bütün bu işler, çağlar boyunca ve değişen koşullar altında yöntemlerini de değiştirmişler, daha doğrusu geliştirmişlerdir. Hele cinayet işlemede alınan yol, geliştirilen, çoğaltılan yöntemler insanın aklını durduracak boyutlara vardı artık.

Roman yazmanın yöntemleri de, başlangıcından bu yana zaten yazardan yazara değişkenlik göstermiş. Kimi, yazı yazarken ayaklarını bir leğen dolusu suya sokarmış. Kimi, yatağa girip başına da bir buz torbası oturtmadan tek satır yazamazmış. Kimi, yazacağını yazıp bitirene dek deli danalar gibi ayakta dönenir, kimi alışık olduğu boyda posta üç kiloluk bir defter edinemedi mi, biz şimdi elektrikler kesilince nasıl oluyorsak öyle olurmuş. Kimine de bugün bir tp kağıtla bi yazı makinesi yeterli. Flaubert, içindeki fırtınayı bir "ben"le okura yansıtmamak için, gece yarısı terasa fırlar, o "ben"ini haykıra haykıra yıldızlara söyledikten sonra yazmakta olduğu romanın başına dönermiş. Voltaire’in resimlerinde başına geçirdiği o sivri uçlu gecelik takkesi, hemen hemen yazdıklarının ta kendisidir, benim gözümde. Öfkeli, kavgacı kişiliğini yazdıklarıyla özdeşleştirir bu takke. Bana öyle gelir ki, Voltaire her gün iyi bir meydan kavgasına girişseydi yazı yazmazdı. Rousseau'nun iyimserliğine karşı duyduğu öfkeyi, Rousseau'yu güzelce bir pataklayarak geçiştirebilseydi Candide gibi bir taşlama romanı çıkmazdı ortaya. Örnek yerinde olmasa bile, boğalığı yazıya yönlendirmek de bir yöntemdir.

Kişiliklerin yazı yazma biçimine -burada konumuz roman olduğu için, roman yazma biçimine- yansıması işin doğal yanı. Ama, doğalcılık sınırları epeydir epeyce zorlandığına, insan kendi üstünde bile bir denetim kurarak kendini yeniden yapmayı başardığına göre, romancının roman yazma yöntemlerini de şu ya da bu biçimde, alabildiğine geliştirdiğini söyleyebiliriz. Elinde bir ses alma aygıtı, bütün dünyayı üç kez dolananlar mı, binlerce ses bandı doldurup on altı sekreterle bu ses bantlarını romana çevirenler mi, yüzlerce kare film çekip geceler boyu bu karelere gözünü dikerek roman tümceleri, bölümler kuranlar mı, bir odaya kapanıp, bir ses bandına günde on saat konuşanlar mı? Bizler zenginliklerin böylesinden yoksunuz. On altı sekreter değil, eve haftada bir gün temizlikçi gelse, ne denli daha iyi çalışma olanağına kavuşacağımızın düşünü kurar dururuz. Yine de yabana atmamalı. Bizler de geliştirdik çalışma yöntemlerimizi. Olanaklarımızın sınırlarını zorladık. Zorladı ki, akmayan suyla, yanmayan kaloriferle, akşam üstü tam "Oh, zaman benim artık, romanımın başına geçebilirim" dediğimiz sıra üç saat kesilen elektrikle inatlaşarak, okul kapılarında vurulan gençlerin acısını yüreğimizde, bir utancın yükünü de omuzlarımızda duya duya, ama belki de bütün bu nedenlerle roman yazarlarımızı gün günden çoğaltıyoruz. Roman yazma yöntemlerimizin çılgın bir tüketime dayalı olarak zenginleşmesi söz konusu değil. Bizim tek lüksümüz, sağdan soldan koparabildiğimiz zaman. Günde üç beş saati çalışmayı (yazmaya) ayırabilme yöntemini bulmuşsak, bunu çevremize de onaylatmışsak, işte bir yazı makinesi, biraz kağıt ve bir kalemle kendimizi roman yazarken görebiliriz. Uğrunda bunca çırpıştığımız zaman, nasıl bir hazırlığın ardından artık ille elde edilmesi gerekli bir şey olur ama? Roman yazma yöntemi, işte asıl bu, masa başına geçilene dek geliştirilen çalışmalarla ilgili olmalı. Masa başında da elden bırakamayacağınız, yana itemeyeceğiniz bir çalışma.

Bir romanı tasarlarken, o romanın özüne denk biçimi bulmaktan tutun, ayağı suya sokmak da, sırtını güneşe vermek de, yüzünü duvara dönmek de, bir deftere notlar almak da, sokaktaki çocuğa o roman bağlamı içinde bakmak da, bir yolculuğa çıkmak da, çok gerekince çalınan kapıyı açmamak da, anımsayamadığınız bir ad, bir pembe için bütün kitapları yere yıkmak da, bir sabah uyanıp yazılmış otuz sayfayı birden çöpe atmak da, bir günün hem içinde, hem bütünüyle dışında olmak da, savruk bir defterin bir yanına savrukça "Orkestra şefinden kopuğa" diye, kimselerin, bazen bile bir süre sonra anlam çıkaramayacağınız bir not düşmek de o romanı yazma süreci içinde, bir çeşit düzensizliğin düzeni biçiminde yöntemleşir. Yöntem gibi, suratı asık, köşeli, düz çizilmesi gerekli bu çizgi, en azından benim için, bir gün asla yan yana getiremeyeceğimi , bir bütüne dönüştüremeyeceğimi sandığım seksen uçlu, dağınıklıklar, bu dağınıklıkların getirdiği karabasanlarla dolu bir iç oluşum çizgisidir. Her roman için bu iç oluşumun yeni yolları zorlaması, başıma türlü dertler açması da üstüne üstlük. Durum böyle olunca, benim kendi adıma tepeden tırnağa aynı olabilecek tek bir yöntemden söz edebilmem olanaksız.

Romancılar arasında roma günlüğü tutanlar varmış. Bir de romancı günlüğü tutanlar var. Birinci, yazılacak romanın "hatıra defteri" olsa gerek. Bir çeşit, roman yaşamöyküsü. Böyle bir günlükle hiç karşılaşmadım. Burda roman kendi ağzından mı konuşuyor, doğacak çocuğun tekme atışları mı duyuluyor, yoksa romancı, "Bugün başladı. Dün vitamin aldı. Şubatta beş ay. Sabah baş kaldırdı. Kımıldamıyor, ne oldu? Yeterince büyümedi. Gereğinden fazla büyüdü" diye çetele mi tutuyor, bilemiyorum. Bir romanı geliştirirken, dölyatağındaki bebeğin serüvenini belli aralıklarla izleyen, üstüne raporlar döktüren, anaya da birtakım öğütlerde bulunan doktor görevini üstlenmiş biri mi desek acaba o roman günlüğünü tutan romancıya? Böyle ise, doğrusu çok uygarca bir çalışma biçimi. Çok uygarca izlenen her yol gibi de, pek çok olağanın bir araya getirilmesini gerektiren bir tutum. Ama şu da var: Doktora hiç gitmemek kötü ya, olur olmaz nedenlerle doktor kapılarından ayrılmamak da büsbütün kötü. Sağlıklıyken hastalanabilir kişi.

Roman günlüğü bir romanın sağlığıyla ilgilenmek midir? onun gelişim süreci üstüne tarih düşmek midir? Yoksa roman yazarına bir yardımcı, onun belleğine ek bir bellek midir? Bunların hepsi de olabilir. Romana yardımcı olayım derken romana tuzak kurmuyorsa, yazarı roman günlüğü ile doygunlaşıp romanın da yeterince beslendiği sanısına kapılmıyorsa, iyi ya, roman günlüğü de bulunsun. Bizi eninde sonunda ilgilendirecek olan yine roman.

Tiyatroda "reji defteri" tutan sahneye koyucular vardı. Ama burada söz konusu kişi, bir sahne yapıtını çözümleyen, yorumlayan ve yapıta bu yorum açısından sahnede dirimlik kazandıracak olan kişi. Burda, önceden yaratılmış bulunanın ardından bir yeniden yaratma, daha doğrusu bir uygulama söz konusu. Şunu şurdan alıp, şu açı doğrultusunda şuraya uygulamak kuşkusuz bir pergelle cetveli, yani yöntemi gerektirir. Bu nedenle "reji defterleri" salt paşa-gönlümüze bağlı, salt nedeni anlaşılabilir çalışmalar değil, aynı zamanda da zorunlu çalışmalardır. (Prof. Özdemir nutku, tiyatroda bu zorunluluğu anlatmaya epey çaba harcadı.) Ayrıca, bu "reji defterleri" yeni sahne yönetmenleri, oyuncular, ışıkçılar, dekorcular yetiştirmekle yükümlü bulunanlar için bir çeşit eğitme, öğretme kılavuzu. Romancı, roman günlüğü ile "Nasıl roman yazarı olunur?", ya da "Roman nasıl yazılır?"ı amaçlıyorsa, böyle bir günlük tutarak belki de tasarladığı romanla yaşamı yeniden yaratmak, ona yeni bir dirimsellik kazandırmak isterken kendisine bir kılavuz gereksinimi duyuyordur. Ama diyelim, "Şöyle bir roman yazmayı düşünüyorum"la başlayan roman günlüğü nedir? Bu "malumu ilam"ın nedeni nedir? Bu, roman yazarının kendi kendisini denetlemek için açtığı bir ilk sayfa mıdır? Bu başlangıcı "Yirmi sayfa yazdım. Yürüyor"la sürdüren sayfalar, gerçekte yazarın romanını gönlünce yürütemediğinin belirtisi midir? Yoksa bu notlar, romanın "yürümediği" dertli zaman parçalarının piyano temrini midir?

Hangisi olursa olsun, hepsi de roman yazarının, bir roman günlüğünü (ya da kendi günlüğünü) sabırla sürdürebilmesinde anlaşılabilir sığınaklar belki de. Bence, en anlaşılabilir neden de, romancının belleğine yeterince güvenememesi. Düşüncesinde oluşturduklarını öncelikle, çabucak, roman kurgusundan, anlatım inceliklerinden bağımsız, sınırları salt tasarıyla çizilmiş, -kesin çizilmemiş- bir alana aktarma çabası... Yine de romancının belleğine belleklik edecek "günlük notlar"la günlük olmayan, hem kurgudan, hem yaşanan günden bağımsız "roman notları" arasında bir ayrım var. Birincisi bir "Roman günlüğü"nü oluşturabilirse, ikincisi bir "Yazar günlüğü"nü oluşturuyor demektir. Peki, "romancı günlüğü" nedir? Bu da roman yazarının "Hatıra defterine"ne taktığı ayrıcalıklı bir ad olsa gerek. Bilebildiğim bir iki örnek bunu gösteriyor.
Ben, sekreterdi, ses bandıydı falan kullanmadığım gibi, ne roman günlüğü tutarım, ne de romancı günlüğü. Yıllardır benim de bir "hafıza defterim" bulunsun isterim. Bir romanı tasarlarken, her yerde, her zaman, uykumun arasında da beynime saldıran ve saldırı anında bana korkunç güzel gelen bütün o tümceleri, o "ilk buluşları", bütün o, bana göre iç dağlayıcı gözlemleri, bu gözlemlerin uzantılarını, bir duygulanımı, her şeyin çağrıştırdığı her şeyi sıcağı sıcağına bir deftere geçirmek isterim. İyice gezgin biri olduğum için, şöyle yanımda kolay taşınacak, kalemim, sigara paketim gibi her koşul altında hep elimin altında hazır duracak uygun bir defter edinmeye heveslenirim. Her biri ya çok küçükgelir, ya çok büyük. Böyle, küçük ya da büyük bir defter edinince de bunu ya evde, ya otel odasında unuturum. Bana en gerekli olduğuna inandığım zamanlarda böyle bir defterin dostluğundan hep yoksun kalırım.

Bu boğuşmadan başarıyla çıktığım zamanlarsa, aylar sonra bu defterin sayfalarının yolunmuş olduğunu, iki yüz sayfalık bir defterin yirmi sayfaya indiğini, geride kalan o yirmi sayfanınsa kapağından kopup sallandığını, sallanan sayfalarda o, zihnimden geçtiği anda beni allak bullak etmiş, cin çarpmışa döndürmüş "eşsiz" buluşlarımın yerini ya bir telefon numarasının, ya da adresin, ya bir yığın kötü çizilmiş yıldız çiçeklerinin, birtakım geometrik şekillerin, üst üste atılmış yüzlerce noktanın, belli ki o an pek beğendiğim ve artık ne yapıp edip kulağından tutarak bu deftere geçirmeyi başardığım, ama ertesi gün de üstüne kocaman bir çarpı işareti çektiğim bir tümcenin aldığını görürüm. Sözde ben bu "hafıza defterim"le belleğime güvenmediğim için boğuşmaya boyun eğmiştim ya, böyle salkım saçak bir defter benim için hep, yeniden çözülmesi gerekli yeni bir sorun olur çıkar.

Bu telefon numarası kimin? Bu adreste kim oturuyor? Bu notu niçin almışım? Sonra, neyse, üstüne çarpı işareti çekilmekten kurtulmuş bir not işte: "Helikopterlerin inceleri. Hep onlar." Bununla neyi demek istemişim? Ayrıca bir buyruk da var bu tümcenin altında: "Bunu atlama!" Neyi atlamayacak mışım? Böyle bir notu çözmek bana nerdeyse bir oyun, bir roman, bir öykü kurgusunu çözmekten daha yorucu gelmeye başlayınca şu sonuca vardım: Helikopterlerin incelerinin ne olduğunu unutmuşsan, atlamaman gereken şeyin ne olduğunu unutmuşsan, üstüne not düşülmesi gereksizdir.

Durum böyle bile olsa, benim de bir roman yöntemim var. İçimi iyice dürtükleyip "Hadi yaz" demedikçe bir romana başlayamam. Ama bir roman bu buyruğu verdi diye de hemen masa başına çökemem. Bir iç oluşum sonucu gelen bu buyruğu ilkin denetlemem gerekir. "Bende olanlar" böyle bir romanı yazmama yeterli mi? "Bende olmayan"ın hangisini sonradan edinebilirim? Edinebilir miyim? Bunun dışında "nasıl yazmak" sorunu da, bir romanı tasarlarken beni epeyce düşündürüyor. Günün birinde "sanırım bu direk bu yükü taşır" diye karar verdiğim zaman, nedense ille çizgisiz bir defter edinip son kerte savruk bir taslak yazıyorum. Sonradan makinede iki, bazen de üç kez yazılarak geliştirilecek olan bu taslağı, bu kez dönüp yaşamın içinde denetlemeden edemiyorum. Benim Ölmeye Yatmak ile Fikrimin İnce Gülü çalışmalarımdan çıkarabildiğim roman yazma yöntemlerim bunlar. Buna yöntem denebilirse...

Ölmeye Yatmak, romanın içimde oluşması ardından kısa süreli bir kütüphane çalışmasını da gerektirdi. Her gün biraz daha kuşkucu bir okur önünde, belgelerin de konuşması o romanın yapısına aykırı düşmeyecekse neden konuşmasın dedim. Kütüphane çalışması sırasında aldığım notlar, romanda kullandıklarımın bir katından çoktu. Kullanamayacağımı bile bile bu notları çıkarmamın tadından kendimi alamadım. "Fikrimin İnce Gülü"nü çalışırken, taslağı yazdıktan sonra, tam karşıtı, açık havaya çıktım.

O taslağı yanıma almadan, Bayram’ın geçtiği Kapıkule-Ballıhisar yolunu, önceden bu çok iyi bildiğim yolu, bir iki kez baştan sona yeniden geçtim. Ama bir otobüsün içinde ve roman gözlüğüyle geçtim. Önceden bilinen bütün sözcükler bir şairin elinde nasıl yeniden yaratılır, yepyeni anlamlar yüklenirse, ben de bu yollarda rastlanabilecek her şeyi, pekçok kimse için hiç de yeni olmayan bütün bu yol üstü "şeylerini" yeni bir şeye dönüştürmeye çalıştım. Hem benim, hem Bayram’ın, hem o yollardan geçmiş ve geçen herkesin, hem de o yollarda bulunan her şeyin ilişkilerinden, aynı zamanda da geçmişle şu anın ilişkilerinden giderek, ama ille Kapıkule-Ballıhisar arasını da giderek...

Sanırım bir roman, en azından taslak olarak iyice belirlendikten sonra, o roman üstüne notlar almak da kolaylaşıyor. Benim için bir not defteri bir romana değilse de, sırasında bir roman taslağıbir not defterine kılavuzluk edebiliyor. Ayrıntıları, yaşanan gün içinde, istesem de gözden kaçıramam. Ama belleğim yeterince sağlam değil benim. Bu nedenle, taslağı yazılmış bir romanın ardından bellek denetimine çıkmak gereksinimini sık sık duyarım. Roman kahramanlarını seçmekte, onların iç dünyalarına girmekte, onları önceden en iyi bildiklerim içinden çıkarmaya çalışmamdan belki, böyle bir gereksinimi duymam. Hele, bir roman yazayım diye kalkıp birilerinin yaşamı içine burnumu sokmaya hiç heveslenmem. Böyle bir çaba benim için zaten boşuna olacaktır. Bende olmayanı yazamam.

Buna karşılık, o roman kahramanları bende varsalar, romanı düşüncemde kurduktan, hatta taslağını yazdıktan sonra bu kahramanların benzerlerinin bulundukları yerlerde kan tutmuş katil gibi dolaşır dururum. Kapıkule-Ballıhisar yolunda bir süre nasıl dolanıp durmuşsam öyle.

Söyledim. Benim roman yazma günlüğüm falan yok. romancı günlüğüm de yok. Halim bir yana, doğrusu ailemde benim roman yazışıma falan da pek aldıran yok. Bu nedenle ben hepsine iyi yemekler pişirmek zorundayım. Nerdeyse unutuyordum, bunca yokluğun arasında bir çalışma odam olduğunu söylememek haksızlık. Yazma yöntemlerimden biri de, günde bir kaç saat bu odaya kapanmak, kalemin ucunu kemirerek de olsa burada hiç kimsesiz oturabilmek için çevreme attığım yalanlar, döndürdüğüm dolaplar. Herkesin de bir derdi var. Herkes de çok sık hastalanıyor ve çok ölüm oluyor. Herkesin çok da canı sıkılıyor.

Can sıkıntısı deyince, dertlerimi dökmek için bana hiç sıra gelmediğinden, ben de son birkaç yıldır bir "Dert dökme defteri" edindim. Bazen art arda beş gün, sabah şuna kızdım, akşam buna içerledim, diye yazıyorum bu deftere. Sonra bir de bakıyorum, aradan beş ay geçmiş de DDD’me el sürmemişim. Derdim olmadığından mı? Nerde o günler? DDD’me derdimi dökmeye fırsat bulamadığımdan. Ama bu deftere son olarak şu notu düşüvermişim işte:
"Ne yazdığımla hemen hemen hiç ilgilenmeyen bir dergi ne yöntemle yazdığımı bilmek istiyor."
 
Son düzenleme:

Mehmet ÖZDEMİR

Grafik Tasarım
Altın Üye
Uzman Üye
Kayıt
18 Eylül 2008
Mesaj
984
Tepki
243
Yaratmak Allah'a mahsustur. İnsan sadece sahip olduğu aklı, zekayı ve beceriyi birleştirebilir. Bunu yapamıyorsa yada bu beceriye sahip değilse istediği kadar üniversite okusun. Çevremde bir kartvizit tasarımı dahi çıkaramayan 4 yıllık GSF mezunu kendine grafiker diyen insanlar var.
Tek ilacı bol bol araştırma, yanına da biraz hayal gücü, azıcıkta beceri yeterlidir.
 
Yukarı Alt