Yapı Kredi’de sergiye dair bir de söyleşi yapıldı. Söyleşinin sonlarına doğru: “Kendinizi nasıl tanımlarsınız?” sorusuna “şairim” diye yanıt verdi Sait Maden. Tasarımcı, sanatçı yönlerine rağmen, kendine “grafik tasarımcıyım” bile demezken grafik dünyasına adım atar atmaz hem yaratılarıyla hem de temel oluşturma amaçlı araştırmalarıyla birikim yaratmak için çalışmış, çalışmış, çalışmış…
İstanbul’da 1955-60 arası baskı işlerini yapanlar daha çok Ermeni azınlıktanmış. Onlar da daha önce Avrupa’da basılmış kimi afişleri olduğu gibi zeminini, rengini değiştirerek aynen kopya ederlermiş. Kendisini çok öfkelendiren bu duruma yanıtı, daha önce yapılmayanı yapmak olmuş. Gelsin yeni yazı karakterleri ve elle çizimler… Grafiğin Türkiye’deki temeline inme çabası ise ilk basım para ve pullardan yola çıkarak matbaanın 1700’lerde Osmanlı’ya gelişine kadar uzanmış. Tam anlamıyla arkaik bir kazı çalışması. Bu çalışma sonucu derleyip toparladığı tarihsel birikim ise “alıcısı olmaz, iyi satmaz bu kitap” diye yayınevlerinin ilgisini çekmediğinden yayımlanmamış. Sanırım bu sergi sonrası bu çalışma da gün yüzüne çıkacak; en azından daha önce yayımlamayı reddeden Yapı Kredi yayınlarının editoryal birimi kitabın dolduracağı boşluğu farketmiş oldu. Evet, bir boşluk, bir ihtiyaç var ama (Her yıl ne kadar öğrenci mezun oluyor fakültelerin grafik bölümlerinden ben bilmiyorum. Günümüzde üretimden önce pazarlamanın geldiği ve bu işe milyarlarca para akıtıldığı bir gerçek.) bu ihtiyacı duyanlar -garip bir çelişkiydi ki- bu sergi söyleşisinde çok fazla yoktular. Bunun nedenleri çoktur belki ama bir nedeni de, belki azımsanmayacak bir nedeni de, Sait Maden’in bu işi sessiz, sakin, tek başına yapmayı tercih etmesidir.
Ve yine belki de bu yüzden sergi söyleşisinde daha çok onu çeşitli yönleriyle (şair, çevirmen) birey olarak ele alıp içinde var olduğu düşünülen gizemi ortaya çıkartmaya dönük çözümleme, yakıştırma, idealize etme çabaları -hadi anlama çabaları diyelim- vardı. Bu şekilde orada onu dinlemek için gelenlere, anlamaya çalışanlara ne geçer bilmiyorum ama bu sergi söyleşisinden bana kalan; grafik çalışmalarında bilgisayarı kullanmayan grafik sanatçısı Sait Maden’den benim aldığım daha önce yapılmayanın, özgün olanın yapılma çabası oldu. Ve bunu yaparken daha önce olmayan yeni şeyler üretmesi; harf karakterleri, yeni malzemeler… Bu çabası sırasında uçtuğu, mavi, derin, büyülü dünyalar. İşte bir gizem varsa burada. Daha doğrusu orada hiç sorulmayan.
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun arasıra,
Büyülü, mavi, derin ve ışıl ışıl yanan
Bambaşka denizlere, bambaşka semalara,
Şu kahrolası şehrin simsiyah havasından?
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun arasıra?
İşte Sait Maden’i bize anlatan şiir. Çok fazla gizem aramaya gerek yok. En başa dönüp bakmak yeterli belkide. Daha 18’inde Fransız şairi Baudelaire’den Moesta et Errabunda (Hüzün ve Serseri) adıyla uyarladığı şiirin ilk kıtası. (Bu çeviriyle 1950’de Varlık dergisinin açtığı çeviri yarışmasını kazandı)