ceddindeden
Üye
- Kayıt
- 23 Kasım 2007
- Mesaj
- 296
- Tepki
- 59
en iyi senarıstler
En büyük oyun yazarlarından biri olarak değerlendirilen İngiliz şair William Shakespeare, yarattığı karakterlerde insan doğasının en değişmez özelliklerini benzersiz bir şiir diliyle yansıtması dolayısıyla, yaşadığı yüzyıldan bu yana her çağda ve her ülkede en sık sahnelenen oyunlar yazarıdır. 1564 yılında Warwickshireda Stratford-upon-Avon'da doğan Shakespeare'in bunca ününe karşın, hayatına ilişkin kesin belge ve bilgiler çok azdır.
Babası ticaretle uğraşan bir işadamıydı. Rönesans şairlerinden olan Shakespeare; büyük bir olasılıkla Stratford'daki ortaokulda öğrenim gördü. 18 yaşındayken, kendisinden yaklaşık sekiz yaş büyük olan Anne Hathaway ile evlendi ve bu evlilikten önce bir kızı, sonra biri oğlan öbürü kız ikizler dünyaya geldi. Bu sıralarda Stratford'u terk eden Shakespeare'in, bundan sonra 1592'ye kadar ki yaşamına ilişkin bilgi yoktur. Bu tarihte bir oyun yazarının yazdığı bir kitapçıkta Shakespeare’e değinilmesi, hatta onun başkalarının oyunlarını çalmakla suçlaması dolayısıyla, Shakespeare'in bu sırada bir tiyatro topluluğunda yazar ve oyuncu olarak çalıştığı bilinmektedir. Yılda ortalama iki oyun yazan Shakespeare, kendi oyunlarında da küçük roller alıyordu. 1594’e gelindiğinde, Chamberlain Topluluğu'nun önde gelen bir oyuncusuydu. Aynı yıl oyunları yayımlanmaya başladı. Döneminin bütün özelliklerini taşıdığı oyunlarının başarısı üzerine kazancı gittikçe artan Shakespeare'in, Kraliçe I. Elizabeth döneminin sonlarında varlıklı bir yaşam sürdüğü, kendi oyuncu topluluğu için 1599'da Londra'da yaptırılan Globe Tiyatrosu’nun hisselerinin bir bölümünü satın aldığı bilinmektedir.
Londra'da birkaç yıl daha kalan Shakespeare, daha sonra Stratford'a dönerek burada yaşamaya başladı ve büyük bir olasılıkla son oyunlarını da burada yazdı. Shakespeare'in, bir bölümü soylu bir genci öven, bir bölümü de bir kadına duyduğu sevgiyi dile getiren Soneler'i son derece duyarlı ve zengin bir dille kaleme alınmış şiirlerdir.
Shakespeare her biri birbirinden değişik komedi ve trajediler kaleme aldı. “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı komedisinde, bazı kendi halinde kişilerin dükü eğlendirmek için bir oyun sahnelemeye kalktıktan sonra iki lafı bir araya getirememeleri Shakespeare'in benzersiz güldürü yeteneğini ortaya koyar. Trajedilerinde ise izleyicilerin tüylerini diken diken eden bir gerilim yaratabilmiştir. Birçok başka yazar ince esprili komediler, romantik oyunlar, ürkütücü cinayet ve öç alma trajedileri, büyük öyküleri yazmakta ustaydı. Ama hiçbiri bunların tümünde birden Shakespeare kadar başarılı olamadı.
Bu olağanüstü çeşitliliğin yanı sıra, izleyicilerin ve okuyucuların Shakespeare'in oyunlarında en çok hayranlık duydukları şeylerden biri, onun yapıtlarındaki karakterlerin "kitap karakterleri" gibi gözükmemesiydi. Tersine, bu karakterler bir oyunda değil de yaşamda karşılaşıldığında görünür görmez tanınacak kadar gerçek kişilerdir. Aslında Shakespeare'in kahramanlarından bazıları, o kahramanın yer aldığı oyunu görmeyen kişilerce bile bilinir. İriyarı, hoşsohbet, cana yakın bir adam olan, eğlenceyi ve şarabı seven Sir John Falstaff bunlardan biridir. Yazarın Henry IV adlı oyununun birinci ve ikinci bölümlerinde geçen Prens Halin arkadaşlarıdır. Shakespeare Henry V'te Falstaff'ın nasıl öldüğünü anlatan bir sahneye yer vermiş, ama Kraliçe I. Elizabeth'in bu karakteri başka bir oyunda gene görmek istemesi üzerine de Windsor'un “Şen Kadınları” adlı komedisinde Falstaff yeniden ortaya çıkmıştır.
Shakespeare'in karakterleri arasında özellikle ünlü olanlardan biri de, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi, hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayan, her çağda yoruma açık bir kişiliği olan Danimarka Prensi Hamlet'tir. Acı çekmek ya da kendini öldürerek bu acıyı dindirmek arasında bocalayan Hamlet'in ikilemini, Shakespeare ünlü "Olmak ya da olmamak! İşte bütün sorun bu!" dizesiyle dile getirmiştir. Shakespeare'in “Hamlet”, “Macbeth” ve “Kral Lear” gibi trajedilerinde kahramanların asıl sorunu kendi kusurları ya da zayıflıklarıdır. Bunlar çoğunlukla acımasızlık, hırs, kıskançlık, bencillik gibi hoş olmayan özelliklerdir. Öte yandan Shakespeare gene de öyle canlı karakterler yaratır, onların iç dünyasını ve acılarını öylesine sevecenlikle sergiler ki, izleyiciler onlara yakınlık duyar, başlarına gelenlere üzülür. Shakespeare'in böyle canlı karakterler yaratması, oyunun öyküsü gerçek dışı bile olsa, kişilerin inandırıcı olduğu anlamına gelir. Karakterlerin şiir diliyle konuşmaları bile onların inandırıcılığını zedelemez.
William Shakespeare, 23 Nisan 1616'da Startfort'ta, Ben Jonson ile birlikte katıldığı bir şölenin ardından hayat gözlerini kapamıştır. Eserlerinin bir çoğu Türkçe’ye çevrilerek, ülkemizde de sergilenmiş, bazıları da sinema filmi olarak çekilmiştir.
Komediler
”Bir Yaz Gecesi Rüyası” bir büyü ve yanlışlıklar komedisidir. Atina yakınlarındaki bir koruda yollarını şaşıran dört sevgili, Periler Kralı Oberon ile kavgacı hizmetkârı Puck'ın büyüsüne kapılırlar. Kentten bir grup işçi de, gözden uzak bir yerde oyunlarını prova etmek için koruya gelir. Onlar da perilere katılırlar ve ortaya bir sürü karışıklık ve komik durum çıkar. Sonunda her şey düzelirse de, en komik sahne işçilerin Dük Theseus'un düğün şöleninde oyunlarını oynadıkları sahnedir.
”On İkinci Gece” de bir yanlışlıklar komedisidir. Kadın kahraman Viola'nın gemisi yabancı bir ülkenin açıklarında batar. Erkek kılığına giren ve "Cesario" adını alan Viola, ülkenin yöneticisi Dük Orsinonun hizmetine girer. Erkek kılığındayken Dük'e aşık olur. Orsino'nun aşık olduğu zengin Kontes Olivia da "Cesario"ya tutulunca durum karışır. Gene en komik sahneler, neşeli Sir Tobby Belch ve arkadaşlarının Olivia'nın kendini beğenmiş ve süslü uşağı Malvolio'yu kandırmak için oyun oynadıkları sahnedir.
”Venedik Taciri” de bir komedi olmakla birlikte ciddi bölümler de içerir. Oyundaki kötü adam Yahudi tefeci Shylock'tur. Borç aldığı parayı ödeyemeyen tüccar Antonio'dan, kendi vücudundan kesilecek yarım kilogram et ister. Shylock'un açgözlülükle bıçağını bilediği gerilimli bir duruşmadan sonra Antonio kendisini savunan genç bir avukatın zekâsı sayesinde kurtulur.
Trajediler
Shakespeare'in tüm oyunları arasında en çok sahnelenen Romeo ile Juliet' tir. İtalya'nın Verona kentinde yaşayan birbirlerine düşman ailelerin çocukları olan Romeo ile Juliet'in, aileleri arasındaki nefret yüzünden son bulan aşkları anlatılır.
Hamlet'te, babası öldükten sonra annesiyle evlenen amcasının aslında babasının katili olduğunu öğrenen Danimarka Prensi Hamlet derin bir acıya kapılarak öç almaya karar verirse de, bunu bir türlü gerçekleştiremez. Oyun, yalnızca amcası Claudius'un değil, kraliçe ve Hamlet'in de öldükleri bir sahneyle biter.
"Kral Lear" Shakespeare trajedilerinin en korkuncu, ama belki de en önemlisidir. Gururlu ve bencil olan yaşlı Kral Lear, sadık ve sevgili kızı Cordelia'nın kendisini ne kadar sevdiğini ablaları gibi abartmalı bir dille açıklamaması üzerine, öfkeye kapılarak onu sürgüne gönderir ve tüm servetini öbür kızları Goneril ve Regan arasında paylaştırır. Oysa iltifat dolu sözlerine karşın bu iki kardeş zalim ve haindir. Çok geçmeden Lear onların gerçek yüzlerini görür. Fırtınalı bir gecede sokağa atılan Lear, Cordelia'ya yaptığı haksızlığın acısıyla çıldırmaya başlar. Sonunda onu kurtarmak için geri dönen Cordelia da düşmanları tarafından öldürülür. Üzüntüden perişan olan kral kızının ölüsüne sarılarak son nefesini verir.
Tarihsel Oyunlar
Shakespeare konuların İngiliz tarihindeki olaylardan alan birkaç oyun da yazdı. Bunlardan ilki, rakiplerine ve düşmanlarına acımasız davranan kötü ruhlu ve kambur Kral III. Richard'ı anlatan Kral Üçüncü Richard'ın Tragedyası'dır. Kurbanları arasında Londra Kulesi'nde öldürülen iki genç prens de vardır. Yaşamını yitirdiği Bosworth Field çarpışmasından bir gece önce prenslerin ve öteki kurbanlarının hayaletleri uykusunda Richard'a görünür.
Tarihsel oyunlarından bazıları bir dizi oluşturur: The Tragedy of King Richard II, Henry IV’ün iki bölümü ile Henry V. The Tragedy of Richard I'ı da güçsüz kral tahtından vazgeçerek tacını IV. Henry adını alan Henry Bolingbroke'a bırakır. Öbür iki oyunda, yeni kralın yönetimi sırasında sorunlar ve ayaklanmalar baş gösterir; bu sırada kralın öz oğlu Prens Hal avare ve savurgan bir yaşam sürer. Ama babasının ölümüyle tahta geçerek V. Henry adını alan Prens Halin döneminde düzen yeniden kurulur. V. Henry'nin orduları Fransa'da büyük zafer kazanır. Henry'nin Fransız prensesiyle evlenmesi her iki ülkeye de barış getirir.
Shakespeare'in, konularını Eski Yunan ve Roma tarihinden alan oyunlarından en ünlüsü ise Julius Caesar'dır. Bu oyunda dürüst ve erdemli bir kişiliği olan Brutus, Jül Sezar'ın kendisini Roma imparatoru ilan etmesini önlemek amacıyla, arkadaşlarıyla birlik olup çok sevdiği Jül Sezar'ı özgürlük adına öldürür. Ama bunun cumhuriyetin yok olmasını önleyememesi üzerine de kendi canına kıyar.
"Mutlu Son"la Biten Oyunlar
Shakespeare yaşamının sonlarına doğru kötülük ve acıyı içerdikleri için tam olarak birer komedi sayılmayan, ama ölümle değil de bağışlama ve mutlu sonla bittikleri için trajedi de sayılmayan birkaç oyun yazdı. Bu oyunlardan biri olan Kış Masalı'nda, Leontes adlı bir kral hiçbir neden yokken karısı Hermione'yi kıskanır, karısıyla tüm ilişkisini keser ve bebek yaşındaki Perdita adlı kızının yabani hayvanlara yem olsun diye ıssız bir yere bırakılmasını emreder. Perditayı bir çoban kurtarır ve büyütür. Sonunda kız, babasına geri döner. Kralın uzun yıllar boyunca pişmanlıkla andığı ve öldü diye yas tuttuğu Hermione de geri döner, böylece sonunda geçmişin hataları bağışlanır.
Fırtına'da ise olay, düklüğü elinden alınan Prospero'nun yönetimindeki bir adada geçer. Büyü gücüne sahip Prospero, hava perisi Ariel'i ve yarı insan yarı canavar Caliban'ı yönetmektedir. Yıllar önce hileyle düklüğü ele geçiren Prospero'nun kardeşi Antonio, adanın yakınında bir deniz kazası geçirir. Prospero büyü gücüyle kendisine haksızlık edenleri cezalandırır. Ama daha sonra onları bağışlar ve kızı Miranda'nın Antonio'nun oğlu Prens Ferdinand ile evlenmesine izin verir. Oyun Prospero'nun büyülü değneğini kırması, büyü kitabını denize atması ve tüm grubun düşmanlıkları geride bırakıp büyüyle onarılmış gemiyle İtalya'ya yelken açmasıyla sona erer
Goethe, 28 ağustos 1749’da Frankfurt’da doğdu. Varlıklı bir aileden gelen babası tarafından Aydınlanma düşüncesinin ideallerine göre yetiştirildi. Küçük yaşta Fransızca, Latince ve Eski Yunanca öğrendi, güzel sanatlar ve tiyatroyu tanıdı. 1765’de hukuk eğitimine başladı ancak hastalanıp evine döndü. Din ve mistisizmle tanışması bu dönemdedir. İyileşince, hukuk eğitimini Strasbourg’da tamamladı. Dil üzerine araştırmalar yapan Herder’le dostluk kurdu. Parlak bir gençti Goethe. 1775’de Weimar Dükü tarafından elçilik danışmanlığına atandı ve 1782’de “von” unvanını aldı.
1786’da Roma’ya giderek güzel sanatlar alanında incelemeler yaptı. Sicilya’da ise -ilginçtir- botanikle ilgilendi. Almanya’ya dönüşünden sonra evlendi Goethe. Doğan beş çocuğundan sadece birisini yaşatabildiler. Bu sıralarda Jena kentinde ikamet ediyordu ve Schiller’le de burada tanıştı. Yaklaşık on yıl süren dostlukları sırasında, iki yazar olumlu anlamda birbirini her yönden etkilediler. Siyasi karışıklar ve toplumsal patlamalara, 1805’de Schiller’in ölümü de eklenince çok sarsılan Goethe, Jena’dan ayrıldı. Yaşı da hayli ilerlemişti, köşesine çekildi; yazdı, durmadan yazdı ve hayatının en üretken dönemini geçirdi. 22 Mart 1832’de Weimar’da öldü.
Samuel Beckett (1906 - 1989)
Yirminci yüzyılın en güçlü kalemlerinden ve absürd tiyatronun önde gelenlerinden biri olan Samuel Beckett 13 Nisan 1906’da İrlanda’da Dublin’de doğdu. İyi halli bir Protestan ailenin ikinci çocuğu olan Beckett, annesinin koyu dindarlığının yarattığı havanın ve babasının uzun yürüyüşler yapmaktan aldığı zevkin etkisinde kaldığı, mutlu bir çocukluk geçirdi. Annesinin dindarlığından ona sadece, tedirginlik ve doğaüstü olayları sorgulama eğilimi kalmıştı. Ama Beckett, dini sadece can sıkıntısı veren bir şey olarak görüyordu.
Kuzey İrlanda’da bulunan Enniskillen’de Portora Royal School’a ve Dublin’de bulunan Trinity College’e gitti. 1928-1930 yılları arasında Paris’te, Ecole Normale Superieure’ da konferanslar verdi. Bu dönemde çalışmalarına büyük etkisi olan yazar James Joyce’la arkadaş oldu. 1930’da M.A. derecesini tamamlamak ve Trinity College’de Fransızca ders vermek için Dublin’e dönen Beckett’a akademi hayatı çekici gelmez ve 1931’de buradan ayrılır. 1936’da bir yıl boyunca Almanya’yı gezdikten sonra 1937’de Paris’e yerleşir. 1940’ta Naziler Paris’i işgal edince Fransız direnişçilere katılır, ancak 1942’de Fransa’nın güneyine gidip savaşın geri kalanını Rousillon da geçirir ve burada Watt romanını yazar.
Almanlara karşı verdiği mücadeleden dolayı 1945’te iki ödül alır. Savaştan sonra Paris’e dönüp Fransızca yazmaya başlayan Beckett bu dönemde Molloy (1947), Malone Ölüyor (1948), Adlandırılamayan (1950), Özgürlük, Godot’yu Beklerken (1949) kitaplarını bitirir. Diğer Eserleri Aşksız İlişkiler Dört Dublinli Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler İmge Mercier ile Camier Murphy Oyunları arasında: Oyunun Sonu (1957) Son Band (1959) Neşeli Günler(1961) Oyun (1964) Ben değil(1973) O an(1976) ve Tüm Düşenler (1976) vardır. Samuel Beckett 1969’da edebiyat dalında Nobel ödülünü almıştır.
Gittikçe sonlaşan, içi boşalan yaşamın ve insan varlığının sıfırlaşma sürecini oyunlarıyla özdeş kılan Beckett, bu süreç doğrultusunda dili bir hiçleşme aracı (****fizik palyaçolar olan), oyun kişilerini de bu hiçleşmenin birimleri olarak kullanır; böylece, hiçliğin kavranışlarıyla başlayan indirgeme, tüm nesnellik ve fiziksel varlık yok oluncaya kadar sürer ('Soluk' adlı oyununda olduğu gibi, doğan bir çocuğun çığlığı ile ölmek üzere olan bir adamın son nefesini kapsayan 35 saniyelik bir oyundur, ya da giderek "Ben Değil" de olduğu gibi, sadece içinden sözcük kırıntılarının zar zor döküldüğü bir ağızdır.)
"Mutsuzluktan daha hoş bir şey olamaz" sözünde özetlenebilecek olan Beckett'ın kapkara gülmecesi, çağdaş tragikomedyanın salt mutlaklaşmış biçimidir. (Rober Blin tarafından uzmanca sahnelenmiş olan) Beckett'ın oyunları, modern tiyatroyu anlayış olarak derinden etkilemiş ve her zaman özgünlüklerini korumuşlardır.
GODOT'YU BEKLERKEN
Samuel Beckett'ın en çok tanınan eseridir Godot'yu Beklerken. Gülünçlük ve tekrar üzerine temellenen ve absürd tiyatronun şaheseri olarak kabul edilen bu oyun, dünyaya ve insana ilişkin geleneksel ve yaygın kabulleri derinden sarsar. Aristoteles'ten beri tiyatroya egemen olan kuralların, bu oyun için hiçbir geçerliği yoktur. Herhangi bir olayın dile getirilmesi, aksiyonun yükselmesi, alçalması ve çözüm noktasına ulaşması söz konusu değildir. Çünkü bu oyunda, bir olayın hikayesi yer almaz.
Hiçbir yere götürmeyen bir yolun kenarında, yaprakları dökülmüş bir ağacın altında, yarı berduş yarı palyaço iki acayip insan, yani Vladimir ve Estragon, hiçbir zaman gelmeyecek olan Godot'yu beklerler. Birinci ve daha sonra ikinci perdede bir çocuk onlara Didi ve Gogo'nun (kendilerini böyle adlandırmaktadırlar) ertesi güne kadar beklemeleri gerektiğini belirten bir mektup getirir. Ama beklenen gerçekleşmez ve birbirlerine, efendi ile köle arasındaki şiddet ilişkisiyle bağlamış iki garip ve beklenmeyen kişi, yani Pozzo ile Lucky ortaya çıkar. Bu kişiler ikinci perdede görüldüklerinde, zamanın gaddar akışıyla düşkünleşmiş ve yaşlanmış haldedirler. Efendi kör, köle de dilsiz olmuştur. Vladimir ve Estragon ise değişmemiştir. Onlar bir şiddet ve egemenlik ilişkisiyle birbirlerine bağlı değildir ve sadece birlikte beklemek olan kaderlerini kabul etmişlerdir.
Oyunda tek tük aksiyona da rastlanır; kişiler ayakkabılarla ve şapkalarla oynar veya intihar etmeye çalışırlar. Ama hiçbir şey değişikliğe uğramadan kendini benzeyen bir günün sonu gelmezliğini ortadan kaldıramaz. Pozzo "bir gün doğduk ve bir gün öleceğiz; bu aynı andır" der. Seyirci belki de Tanrı'nın son imgesi, ulaşılabilir bir gerçeklik mi, yoksa onların hayal gücünün bir ürünü mü olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektir.
Fransız şair ve yazar Victor Hugo, Fransa tarihinin en çalkantılı günlerinde, 1802’de dünyaya geldi. Napolyon ordusunda general olan babası, imparatorun parlak döneminde önemli görevlerde bulundu, bir çok dış ülkeye seyahat etti ve Madrid’te valilik yaptı. Hugo, anne ve babası arasındaki geçimsizlikler nedeniyle genellikle annesinden uzak kaldı ve babası ile yaşadı.
Hugo ilkokula İspanya’da başladı ancak İspanyol aristokratlarının çocuklarını kabul eden bu okulda, sonradan soyluluk ünvanı almış bir burjuva generalin oğlu olması, alay konusu edilerek dışlanmasına yol açtı. Yazarların ürünleri ile yaşam öyküleri arasında ilişki kurmak eğilimindeki araştırmacılar, İspanyol okulunda geçen günlerin, Hugo’nun aristokrasiye bir yandan hayranlık duyup bir yandan da nefret etmesi gibi gerilimli bir duyguya kapılarak liberal-demokratik ilkeleri seçmesinde büyük rol oynadığını iddia etmişlerdir.
Napolyon’un imparatorluktan düşmesi ile birlikte Hugo ailesi için zor günler başladı. Paris Hukuk Fakültesi’nde başladığı yüksek öğrenimine maddi sıkıntılar yüzünden devam edemedi ve ayrıldı. Ayrıldıktan sonra kendini kitaplara veren Hugo, ilk şiirlerini de bu yıllarda yazdı. Annesinin ölümüyle sefaletin eşiğine gelen genç yazarı bu güç durumdan kurtaran yirmili yaşlarda yayınlanan -kraliyet yanlısı- şiirleri oldu; XVIII.Lois tarafından bin frank aylığa bağlandı, Chateaubriand’ın ilgisini çekti ve romantik akımı benimsemesinden sonra parlak bir kariyerin kapısını araladı.
1827’de “Cromwell” ve 1830’da “Hernani” oyunları, -tıpkı Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre”sinin Osmanlıda yarattığı- isyana benzer bir heyecan uyandırdı Paris’te. 1830 yılında Victor Hugo'nun Hernani piyesinin oynanmasından sonra romantiklerle klasik edebiyat taraftarları arasında "Hernani Savaşı" denilen tartışma basladı. Bu tartışma romantiklerin “klasizm” karşısında kesin zaferiyle sonuçlandı.
Hugo’nun ilk romanı ise “Notre Dame’ın Kamburu”dur(1831). Bugün okunduğunda, yazarın en yüzeysel ürünü olarak değerlendirebileceğimiz bu romanın nispi başarısızlığı, Hugo’nun maddi nedenlerle yayınevinin ısrarına boyun eğerek metnini çok kısa bir sürede tamamlamak zorunda kalmasındandır. Yine de, Hugo’nun yükselen ünü, Fransa’da bu kitabının da sevilerek okunmasını sağlamıştır.
1831-1941 arasında çok sayıda şiir, piyes ve roman yazan Hugo, 1841’de Fransız Akademisi’ne seçildi. 1848 İhtilali’nden sonra Cumhuriyetçi saflara geçti ve Cumhurbaşkanlığı için aday bile oldu. Kendisi seçilemedi, ama seçilen Louis Napolyon’u destekledi. Ancak Napolyon da imparatorluğunu ilan edince, Hugo 1851’de Fransa topraklarını terk ederek –yirmi yıl sürecek gönüllü bir sürgünü geçireceği- Channel Adaları’na yerleşti. Burada yazdığı “Sefiller”(1861), onun en çok tanınan ve sevilen eseridir. İmparatorluk dönemi sona erip Üçüncü Cumhuriyet kurulunca, Victor Hugo, Paris’e bir kahraman olarak döndü. Millet meclisine seçildi, ama politikadan çok edebiyatla ilgilenmeyi tercih etti. 1885’de öldüğünde, büyük bir törenle Pantheon’a gömüldü.
19.yy Paris’inden insan manzaraları; “Sefiller”
“Sefiller” romanı, roman kahramanları; kürek mahkumu Jan Valjean ve polis müfettişi Javert arasında sürüp giden bir kovalamacanın hikayesi üzerine kuruludur. Jan Valjean, yoksul bir köylüdür, ailesini doyurmak amacıyla çaldığı –yalnızca- bir somun ekmekten dolayı kürek cezasına çarptırılmış, defalarca kaçma teşebbüsünde bulunduğundan cezası katlanmış ve on dokuz senelik hapisten sonra inançlarını yitirmiş, topluma öfke ve kin duyarak tahliye olmuştur. Sefil bir halde geldiği “D” kasabasında, kasabanın piskoposundan gördüğü iyilikle aydınlanır ruhu.
Hayata ahlâk ve fazilet sahibi iyiliksever bir insan olarak yeniden başlayan Valjean, Fransa’nın kuzeyinde ucuz mücevher imalatçılığı yaparak yaşamaktadır şimdi; geçmişini gizlemiş, zenginleşmiş ve herkesin sevgisini kazanıp kasabanın belediye başkanı olmuştur. Valjean’ın gizlediği geçmişten şüphelenen detektif Javert, araştırmaya koyulur ve “D” kasabasındaki hırsızlık olayına kadar ulaşır. Oysa, isim benzerliğinden, bir başkası Jan Valjean’ın yerine tutuklanmış, mesele kapanmıştır. Ne var ki Valjean’ın ahlâkı, kendi yerine bir başkasının hapsedilmesine izin vermez. Teslim olur ve yeniden küreğe gönderilir.
Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra bir kez daha kaçmayı başaran Valjean, teslim olmadan önce sakladığı -namusuyla kazanılmış- paralarını alır, eski bir fahişe olan Fantiana’nın kızı Cosette’i bulur ve bir manastırda bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Evlat edindiği Cosette ise rahibe okuluna gitmektedir. Müfettiş Javert’ten kurtulmuş gibidir Jan Valjean.
Bu sakin hayat, Cosette’in genç ve güzel bir genç kız olmasıyla değişir. Babası Napolyon ordusunda subaylık yapmış bir delikanlı; Marius’a aşık olmuştur Colette. Zengin dedesi tarafından büyütülen Marius, 1832’de isyan eden sosyalistlerin safındadır. Her zaman haklıdan yana olan Jan Valjean da öyle. Paris kanla yıkanırken, Javert ile Jan Valjean karşı karşıya gelirler. Valjean Javert’in hayatını bağışlar. Ancak bu yüce gönüllük karşısında bütün inandığı değerleri yıkılan Javert, intihar eder. İsyancıların durumu da pek parlak değildir. Marius ağır yaralanır ve Valjean tarafından kurtarılır. Cosette’in bu genci sevdiğini anlayan Valjean, onun eski bir kürek mahkumunun kızı olarak bilinmesini istemez ve ortadan kaybolur. Oysa Marius, hayatını kurtaran kişinin Valjean olduğunu öğrenmiştir. İki genç, son anlarını yaşayan Valjean’a koşarlar....
Romanda Gerçekçilik
19.yüzyıl romanlarını roman sanatının doruk noktasına taşıyan özellik, hiç şüphe yok ki, yazarların toplumsal gerçekliğe olan bağlılığıdır. Gerçekten de, 19.yüzyıl romanı, çağın olaylarını bir tarihçi, sosyal bilimci titizliği ile kaydetmiştir. Daha modernizmin şafağında, kapitalistleşmenin getirdiği yeni yaşam tarzına yaptığı sert eleştiriyle kendisini gösteren Romantik akımın en büyük yazarlarından Balzac, romanlarında Fransız tarihini ve toplumsal hayatının bütün renkleri ve ayrıntılarıyla “resmetmiştir”. Bu resme dikkatle bakıldığında, yaşam biçimlerinin farklılığının mekanda ve eşyalarda simgeleştiği fark edilecektir; mahalleler arasındaki ayrım, katı kurallarla düzenlenmiş toplumsal kastlar gibidir.
Balzac'tan yaklaşık yirmi beş yıl kadar sonra, 1861 de yazdığı "Sefiller" romanında, Victor Hugo yüzlerce sayfayı Paris'in varoşlarının ürpertici yaşamına ayırmıştır. "Burası korkunç bir yerdir. Burası karanlıkların kuyusudur. Körlerin çukurudur burası. Cehennemin ta kendisidir(...) Paris'in varoşları diyebileceğimiz bu kenar mahallelerin tenhalığını tanıyan herkes, en umulmadık kimsesiz bir yerde, bir çitin ardında veya bir duvar dibinde toplanmış çocuklar görmüştür. Bunlar yoksul ocaklarından kaçmış çocuklardır. Kenar sokaklar onların dünyasıdır; orada nefes alabilirler. (...) Kötü alınyazıları buralardan doğar. Buna acı tabiriyle, Paris'in kaldırımlarına atılmak denir". Victor Hugo, aynı romanda, burjuva evini ve mahallesini de ayrıntılı olarak tasvir ederek, toplumsal kesimler arasındaki ayrımı, içinde yaşadığımız döneme göre çok daha kesin, hiç bir "nesnel" incelemenin yapamayacağı kadar dehşet uyandıracak biçimde belirler.
“Sefiller” romanında anlatılan gerçekler yalnızca toplumsal yaşantı ve onunla ilişkili mekanlarla sınırlı değildir. Roman kahramanlarının önemli bir kısmı, Hugo’nun yaşam öyküsünde ya da Fransa tarihinde yaşamış kişilerden oluşur. Hatta, gururlu, isyankar ve devrimci Marius tipi, yazarın kendi gençliğinin idealize edilmiş biçimidir. Jan Valjean’ı merkezine alan hikayesi de –özellikle 1832 ayaklanmasıyla- Fransız tarihinin romana yansımasıdır. Üstelik o dönemin haksız adalet sistemini ve politik hayatını teşhir etmesiyle de önemli bir belgeye dönüşür “Sefiller”. Üstelik hiç bir belgenin sahip olmayacağı zengin tasvirlerle ve şiirsel bir dille...
Bütün bu övgülere rağmen, “Sefiller”in aksayan pek çok yanı da var. Mesela, Goethe’ye göre, Hugo’nun yarattığı sahneler ve olayları dikkatle izleyip aktarışı, okuyucuyu hemen etkiler, “fakat karakterler doğal canlılığın izini taşımazlar hiç. İplerinden öteye beriye çekilen yaşamsız, sıradan kişiler zekice bir araya getirilmişler, fakat tahtadan ve çelikten iskeletler, yazarın en garip durumlara sokarak, eğip bükerek, işkence ederek, kırbaçlayarak, vücutlarını ve ruhlarını kesip biçerek çok zalimce uğraştığı içi doldurulmuş bebekleri ayakta tutuyor, ancak bu oyuncak bebeklerin eti ve kanı olmadığı için, yazarın yapabildiği tel şey, yapıldıkları paçavraları yırtmaktan başka bir şey olmuyor; bütün bunlar, önemli derecede tarihsel ve retorik bir yetenek ve canlı bir hayal gücüyle yapılıyor”....
Toplumsal sorunları, devlet yöneticilerinin, politikacıların örf ve adetlere ters düşen kimi olumsuz karar ve davranışlarını ve hatta devlet mekanizmasının doğru bir biçimde işleyemeyişini büyük bir ustalıkla gülmece konusu yapmayı başarması Dimitri Psathas’ın, kimi çevrelerce, Yunanistan’ın Aziz Nesin’i olarak tanımlanmasına yol açmıştır.
Toplumsal ve politik sorunların tüm çarpıklığını gülmece konusu yaparken Psathas, ülkesinin gerçekleri üzerinde duruyor. Öyleki, özellikle kimi politikacılarının tutum ve çalışma yöntemlerini gülmece biçiminde ustaca sergilemesi çoğu yapıtlarının salt kendi ülkesinde değil, daha geniş bir alanda güncel olmalarını sağlamıştır. Buna bir örnek olarak “Yalancı Aranıyor” piyesini gösterebiliriz.
Fransa, İngiltere, Amerika ve Türkiye’ye yaptığı gezilerden esinlenerek yazdığı ve 1950’de yayınlanan “Gmkdelenlerin Altında” adlı yapıtı, çeşitli dillere çevrilmiş, böylece ünü daha geniş çevrelere yayılmıştır. 1997 yılında, yapıtlarının çoğu dizi film yapılmış olan Dimitri Psathas Kasım 1989’da Atina’da öldü.
1966 tarihinde Ordu ili Karaağaç Köyü doğan Ahmet Yenilmez, ilkokulu köyde, orta ve lise tahsilini Ordu’da tamamladı. Yüksek tahsilini Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde yaptı.
Halen Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi Bölümü Yüksek Lisans öğrenciliği devam etmektedir. 1978 yılında Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu Deneme Sahnesinde Tiyatroya başlayan Yenilmez 1983 yılında Karadeniz Bölgesi tiyatro festivalinde Cevat Fehmi Başkut’un “ölen hangisi” adlı oyunuyla en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı.
Üniversite çalışmalarına devam eden Yenilmez 1985 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Tiyatro kolunu kurdu, 1987 yılında Hasret Sahnesi bünyesine girerek burada profesyonel oldu ve bu ekip bünyesinde “Yusuf Yüzlüler” isimli oyunu yönetip oynadı,1992 yılında Kültür Bakanlığı bünyesinde “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” isimli tek kişilik oyunu yönetip oynadı, 1996’da “Medeniyetinizden İstifa Ediyorum” isimli oyunu yönetip oynadı. Yenilmez 1996 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gösteri Sanatları Merkezinde Genel Sanat Yönetmen Yardımcılığı görevine yürüttü.
1997 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Muammer Karaca Tiyatrosu Müdürlüğü görevine bulundu. 1998 yılında Sarıyer Belediye Tiyatrosu’nu kurdu. 1999-2000’de kendi yazıp oynadığı “Milenyum Eşiğinde Türkiye” isimli tek kişilik oyununu sahnelemektedir. 1998 yılında Deli Yürek adlı dizi film'de "Sabri" tiplemesiyle adından sıkça söz ettirmeye başladı.
3 Kasım 2002 tarihinde yapılacak olan milletvekili seçimlerinde BBP’den İzmir ikinci bölge, birinci sıradan milletvekili adaylığını koydu. Son olarak "Ekmek Teknesi" adlı dizide "Celal" tiplemesiyle sevenlerinin kalbindeki yerini sağlamlaştırdı.
Mısır'ın ünlü sanatkârı Tevfik el-Hakim, Arap Edebiyatı'nın en önde gelen ve en etkileyici yazarlarından biri sayılmaktadır. El-Hakim'in, Arap -özellikle de Mısır- kültürünün yanı sıra Batı tiyatrosunu da yakından tanımış olması, ona Arap Edebiyatı ile Çağdaş Dünya Edebiyatı arasında köprü vazifesi gören geniş bir perspektif kazandırmıştır. Tevfik el-Hakim'in bütün eserlerinde kadının etkisini görebilmek mümkündür. Onun ilgisi, daha çok kadınlarla ilgili hikâye ve destanlara ya da Mısır efsanelerine yönelik olmuştur.
Tevfik el-Hakim, 1898 yılında İskenderiye'de dünyaya geldi. Babası, Mısır'ın kuzeyindeki eyaletlerden birinde yer alan Ed-Dilnecat Köyü'nde, bir adliye yargıcıydı. Geniş arazilere sahipti ve o bölgenin varlıklı çiftçilerinden biri olarak itibar görmekteydi. Aslen Türk olan annesi ise kendi aslı ve soyuyla çok iftihar ederdi. Bu nedenle annesi, Tevfik'i diğer çocuklardan ayrı tutuyor ve onlarla oynamasına izin vermiyordu. Belki de bu soyutlanma, çocukluk döneminde Tevfik'i kendi iç dünyasına yöneltmişti. Okumaya meraklı olan annesinin anlattığı ilk hikâyeler, onu cezb ederek ilgisini edebiyata çekmesine vesile olmuştu.
Tevfik, ilk yıllarını ed-Dilnecat'ta geçirdi. Yedi yaşında iken Demnehur şehrindeki ilkokula gitti ve 1915 yılında, ilkokulu bitirdikten sonra babasının isteği üzerine Kahire'nin yolunu tuttu. Kahire'de, biri öğretmen diğeri ise teknik üniversitede öğrenci olan iki amcasının yanında yeni hayatına başladı. Başkentin renkli çevresi, onu sanat dünyasına çekti. Ud çalmayı öğrendi ve tiyatroyla ilgilenmeye başladı. Tevfik, liseyi bitirdikten sonra yine babasının isteği ve desteği ile üniversiteye girdi ve hukuk tahsiline başladı.
Öğrenciliğinin ilk yılları, Mısır halkının İngiliz sömürgeciliğine karşı başlattığı isyana denk geldi. Kendisi de halkın bu başkaldırısına fiili olarak destek verdi ve 1919 yılında tutuklanıp cezaevine gönderildi. Hapis yattığı günlerde hassas ruhunda birçok şey biriktirmişti. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra sanatsal gruplarla ve sanatkârlarla içli dışlı olmaya başladı ve bu sayede edebî yeteneğini her gün biraz daha geliştirdi. 1922 ve 1923 yıllarında yazdığı tiyatro eserlerinden Günümüzün Kadını (Today Women), Pahalı Misafir (Guest Dear Expensive) ve Ali Baba adlı eserleri, bir tiyatro grubu olan Akkaşe tarafından sahneye kondu.
1924 yılında babasının ısrarıyla, hukuk dalındaki doktorasını tamamlamak üzere Fransa'ya gitti. Paris'te geçirdiği dört yıl boyunca, babasının gönderdiği hatırı sayılır harçlığın da yardımıyla, vaktinin çoğunu tiyatro seyretmek, konserlere gitmek ve çeşitli edebî eserleri incelemekle geçiriyordu. Batı tiyatrosunun, eski Yunan kültürü ve dini efsanelerinden neşet ettiğini anladıktan sonra, eski tiyatro yazarlarını incelemeye koyuldu. 1920 yılında yaşadığı bir aşk macerasının da etkisiyle Küçük Penceresinin Karşısında Oturmuş (Devant Son Guichet) adlı tek perdelik piyesi yazdı.
1928 yılında ülkesine geri döndükten sonra Kahire adliyesinde göreve başladı. Bir yandan da toplum nazarında çok da önemli olmayan, yalnızca yüzeysel bir şekilde ilgilenilen ve muhtevadan yoksun olan tiyatro sanatını değiştirmeye karar vermişti. Batı tiyatrosunu da oldukça yakından tanıyordu. Avrupalı tiyatro yazarlarından Pirandelli, Metherlinck ve Bernard Shaw'ın tarzlarını çok seviyordu ve biliyordu ki, eski trajediler, o dönemlerde yaşayan halkın inanç ve ibadetlerinde kök salmıştır. Onun bu inancını yansıtan en önemli tiyatro eseri Mağara Arkadaşları (Ehlü'l-Kehf), 1933 yılında basıldı ve hızla başka dillere tercüme edildi.
Bu eser, 1935 yılında, Mısır Millî Sanatkârlar Derneği'nin açılışı münasebetiyle sahnelendi. Ehlü'l-Kehf, tek Tanrı'ya inanan yedi kişinin macerasını anlatan bir dinî hikâyeden esinlenerek yazılmıştır. Bu kişiler, putperest halkın zulmünden kaçarak bir mağaraya sığınmış ve orada uyuyakalmışlardı. Üç yüz yıl sonra kendilerine geldiklerinde, onlara zulmedenler yok olmuş ve her şey değişmiştir. Onlar, mucizelerini diğerlerine açıkladıktan sonra hayata gözlerini yumdular.
Tevfik el-Hakim, bir yandan da Avrupai tarzda hikâye yazarak, Mısır halkını, özgürlüklerini elde etmeleri için teşvik etmeye çalışıyordu. Bu amaçla 1933'te yazdığı, Ruhun Dönüşü (Avdetü'r-Ruh) adlı eseri, Mısırlıların 1919'da gerçekleştirdikleri isyanı konu ediniyordu. Gali Şükri'nin de dediği gibi Ruhun Dönüşü adlı hikâyeyi, Çağdaş Mısır Edebiyatı döneminde, nasyonalist bir havayla sömürgeciliğe karşı yazılmış eserlerin başında saymak mümkündür.
Tevfik el-Hakim'in 1934 yılında kaleme aldığı Şehrazad adlı tiyatro eseri, konusunu Bin Bir Gece Masalları'ndan almıştır. Fransız akademisyenlerinden George Lukent, bu eseri şöyle tarif eder:
"Bu esrarengiz başlık altında, o bildiğimiz şatafatlı ve süslü Bin Bir Gece Masalları'ndan eser yok aslında. Bu tiyatro eserinde Şehrazad, inci, gerdanlık ve süslü peçeler olmaksızın çekicidir. Özelliklerinin, adının veya şeklinin ne önemi var! O, kadın, talih, ilim ve yücelik suretinde tecelli etmelidir. O, bütün bakışların ona yöneldiği ve insani ihtirasların onda yok olduğu yüce ve aydınlık bir zirveden başka bir şey olamaz. Şehrazad bir kumul misali her zaman susuzluktan alev alev yanar ve hiçbir zaman suya doymaz." Bu eser 1936 yılında Fransızca'ya çevrildi ve 1955 yılında, bir komedi olarak Fransız tiyatrolarında sahnelendi.
Tevfik el-Hakim, 1937 yılında "Köydeki Bir Savcı Yardımcısının Günlüğü" adıyla kaleme aldığı romanında, mizahi bir dille Mısır halkının günlük yaşamından örnekler sunar. Onun meşhur tiyatro eserlerinden bir diğeri de Süleyman Hekim'dir. Bu eserde, Süleyman peygamber zamanında yaşanan olaylardan, özellikle de onun güzel ve güçlü Seba Melikesi Belkıs'a karşı duyduğu ilgi ve aşktan etkileyici bir dille söz edilmektedir. Yul Braynır ve Gina Lollobrigida'nın oyunculuğuyla sahnelenen King Vidor'un, Süleyman ve Seba Melikesi adlı meşhur filmi, Tevfik el-Hakim'in bu eserinden derlenmiştir.
Ölüm Şarkısı (Song of Death) adlı tiyatro eseri ise, doğu toplumlarında çokça hissedilen, insanların hastalıklı davranışlarını ve kirli ilişkilerini konu alan acı bir trajedidir. Bu eserin konusu kısaca şöyledir:
Mısır'daki köylerden birinde, bir kulübede yaşayan Asakir adlı yaşlı kadının kocası Süleyman Tahavi öldürülmüştür. Yaşlı kadın, kocasının kız kardeşi olan Mebruke ve oğlu Semida ile birlikte Kahire'den gelecek olan treni beklerken dakikaları saymaktadırlar. Çünkü Asakir'in oğlu bu trenle on yedi yıllık bir ayrılıktan sonra ilk kez vilayetine geri dönecektir. Annesi, oğlunun bunca yıllık ayrılığa bir son vermesini ve babasının kanını yerde bırakmamasını ümit etmektedir. İvan, babasının öldürüldüğü yıllarda yalnızca iki yaşındaydı. Annesi oğlunun canını kurtarmak için onu bir sepetin içine saklayarak geceleyin Kahire'deki akrabalarından birine göndermiş ve onlardan oğlunu bir kasabın yanına çırak olarak vermelerini istemişti. Böylece oğlu bu mesleğe alışacak ve en iyi şekilde babasının intikamını alabilecekti. Ama oğlu beklenilenin aksine El- Ezher Üniversitesi'ne gitmiş ve orada ilim öğrenmiştir. O, intikam alma düşüncesinde olmadığı gibi, içinde doğum yerini kalkındırma hedefini taşımaktaydı. İşsizliğin gücünü, cadde, köprü, baraj, okul ve hastane inşasına yönlendirerek hemşehrilerinin vakitlerini ahmakça düşmanlıklarla, işsizlikten ve hedefsizlikten doğan serseriliklerle geçirmelerinde mani olacaktı.
Tevfik el-Hakim, yazarlığı boyunca halk türkülerine ve yerel efsanelere özel bir ilgi göstermiştir. Hey Sen Ağaca Çıkan! (ki bu isim bir çocuk şarkısından alınmıştır.) adlı tiyatrosunda her şey sembolik bir dille açıklanmaktadır. Bu eserde Bahadır Hanım adlı kadın, bütün ömrünü kırk yıl önce doğması gereken ama doğmayan kızına yeşil bir gömlek alabilmek için feda etmiştir. Bahadır Bey ise bütün vaktini bir ağaca bakmak için harcamaktadır. Bu ağacın dibinde yaşayan yaşlı bir kertenkele vardır. O başlangıçta bu kertenkeleyi öldürmeyi düşünür; fakat zamanla ona alışır ve onu sever. "Tevfik el-Hakim'in, bu eserde kullandığı semboller defalarca tahlil edilmiştir. Buna göre eserdeki doğmamış çocuk, 1919 yılında, kitlelerin ümitlerini uyandıran Mısır İnkılâbını simgelemektedir. Kadın, 1952'deki Abdu'n-Nâsır dönemine, ağaca bakan adam ise Mısır halkının, milli doğuşun gerçekleşmesi için, içinde taşıdığı ümit ışığına işaret etmektedir."
Tevfik el-Hakim, 1936 yılında Taha Hüseyin ile tanıştı ve bu ikili birlikte, Bir Cadının Sarayı'nı kaleme aldılar. Bu eserde çeşitli edebî ve sanatsal meseleler tartışılmaktadır. El-Hakim, 1943 yılında devlet işinden ayrılarak vaktini yazmakla geçirmeye başladı. 1951 yılında Dr. Taha Hüseyin'in Mısır'ın Kültür Bakanlığı'na atanmasından sonra Tevfik el-Hakim de Millî Kütüphane Müdürlüğü'ne seçildi. O yıllarda şöhreti ülkesinin sınırlarını aşmış ve eserleri birçok dile tercüme edilmiştir. O, Arap tiyatro yazarlarının en başarılı ve en çalışkanlarından biri olarak kabul görmüştür.
Tiyatro eserlerine ilave olarak birçok makale, eleştiri ve hikâye de kaleme almıştır. Yazarın yukarıda zikredilmeyen eserlerinden, sanat ve yaşam arasındaki mücadeleyi konu alan Pygmalion, firavunlar dönemindeki eski Mısır efsanelerinden esinlenerek yazdığı Fzeys, Muhammed'in (S.A.V.) Serüveni, Aylak Sultan, Kurtuluş Yolu, Yaşamın Zindanı ve bir tiyatro eseri olan Edip Şehriyar'ı (eski Yunanlı tiyatro yazarlarından Sofokles'in meşhur eseri), burada zikretmek mümkündür.
Tevfik, 1956 yılında Sanat ve Edebiyat Yüksek Şurası üyeliğine seçildi, ardından da 1960'ta UNESCO'nun Mısır temsilcisi oldu ve Paris'e gitti. Hayata gözlerini yumduğu tarih olan 1987 yılına kadar Sanat ve Edebiyat Yüksek Şurası'ndaki görevine devam etti.
1972 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi Heinrich Böll, 21 Aralık 1917'de, Viktor Böll'ün ikinci eşi Bayan Maria'dan, ailenin ücüncü çocuğu olarak doğdu. Savaş yılları olması sebebiyle, Böll ailesi, 1921'de, Köln-Raderberg'de, eski kentin güneyine taşındılar, ancak aile, 1930'un ilkbaharında, para sıkıntısından dolayı, evlerini satıp, yeniden Köln'ün güney semtine göç etmek zorunda kaldı. Heinrich Böll, 1924 yılında okula gitmeye başladı. 1928 yılında da, Köln Hümanist Keiser-Wilhelm Gymnasium (lise) Devlet Okulu'na girdi. 1937 yılında bu okulu bitirdi. Aynı yıl Bonn'da, kitap satıcısı olmak için, öğrenimine başladı ise de, bir yıl sonra bıraktı.
Böll, 17 yaşlarında şiir yazmaya başladı. 19 yaşında Annemarie Cech'le tanıştılar ve 1942 yılında evlendiler. Böll, 1938 yılının sonbaharında çalışma kampına, bir yıl sonra da askare alındı. Piyade olarak, Doğu ve Batı Cephesi'ne gönderildi. 1945 yılının Nisan ayından Eylül ayına kadar, İngilizlerin ve Amerikalıların elinde savaş esiri oldu.
Savaş bitip Köln'e döndükten sonra, hem üniversite öğrenimini sürdürdü, hem de ağabeyinin marangozhanesinde çırak olarak çalıştı. 1947-48-50 yıllarında üç oğlu, Raimund, Reni ve Vicent doğdu. 1947 yılında, Böll'ün ilk kısa öyküsü "Haberci", sonra ilk romanı "Ademoğlu Neredeydin ?", "Ve O Hiç Bir Şey Demedi" yayınlandı. Daha sonra, ard arda öyküleri, romanları, tiyatro oyunları yayınlandı. Yapıtlarında, önceleri I. Dünya Savaşı'nı, özellikle de insanların nasıl savaştıklarını, savaşan yıkıntılarını ve acılarını anlatan Böll, daha sonraki yıllarda da Alman refah toplumunu eleştirdi.
Alman ve Uluslararası PEN Derneği’nin başkanlığını da yapan Heinrich Böll, edebiyat yaşamına öykü yazarak başlamış ve öykücülüğü hep ön planda tutmuştur. İlk çalışmalarından en nitelikli yapıtlarına kadar, Böll'ün öykülerinde keskin gözlemcilik yeteneği, çağdaş ve eleştirel düşünce yapısı, alaycılığı, insancıl yaklaşımı kendini açıkça belli eder. Böll'ün eserleri yalnız Almanya içinde ve Alman dilini kullanan ülkelerde değil, bütün dünyada yüzyılımızın önde gelen klasikleri arasına girmiştir.
Savaş sonrası Alman yurttaşlarının yaşadığı tedirginliği, savaş sonucu sakatların psikolojisini başarıyla edebiyata taşıyan Böll, uzun süren bir bronşit hastalığının ardından, 16 Temmuz 1985'de, 67 yaşında öldüğü günden bir gün sonra, Bonn'da, Bornheim /Merten'de aralarında yazarların, politikacıların, Devlet Başkanı Richard von Weizäcker'in de bulunduğu, büyük bir halk kitlesinin katıldığı törenle toprağa verildi.
ÖDÜLLERİ:
Grup 47 Edebiyat Ödülü'nü aldı. Daha sonra, sayısız ödüller, nişanlar bunu izledi:
1967 "Georg-Bücher" Edebiyat Ödülü,
1971-74 "President des Internationalen PEN Clubp" (Dünya Yazarlar Birliği Başkanlığı Ödülü),
1972 10 Aralık Nobel Edebiyat Ödülü,
1974 CARL-von- Ossietzky Madalyası,
1983 Memleketi Köln'ün, Hemşehrilik Onur Profesörlüğü.
Burgen Berthold Friedrich Brecht, 1898 Augsburg’da bir kağıt fabrikası müdürünün oğlu olarak dünyaya geldi. Brecht, Koniglisches Realgymnasium'a gitti, ilk şiirleri 1914'te yayınlandı; edebiyata ve tiyatroya ilgi duymasına karşın, Münih'te Ludwig Maximilian Üniversitesi'nde tıp okumaya başladı. 1918'de askere alındı, gezici askeri hastanede çalıştı; 1918'de Bavyera'daki Baal'i yazdı. 1919 yılında itibaren siyasetle uğraşmaya başlayan Berthold Brecht, Münih'te Bağımsız Sosyal Demokrat Parti'ye girdi. Bu dönemde Augsburger Volkwille'ye tiyatro eleştirileri yazdı; tıp öğrenimini bırakarak, Müncher Kammerspiele'ye girdi; ikinci oyunu olan Trommeln in der Nacht (1918-20, Gecede Trampetler) burada sahnelendi ve Kleist Ödülü'nü kazandı. Münih sanat çevresine katıldı, Bavyera halk güldürüsünün temsilcisi olan Karl Valentin'le dostluk kurdu.
1924'te Berlin'e geçti, Deutsches Theatre'da Max Reinhardt'ın yanında yönetmenlik yaptı; 1924'te Marlowe'dan serbest bir uyarlama olan Leben Eduards des Zweiten vom England'ı (İngiliz Kralı II. Edward'ın Yaşamı) sahnelendi; Haşek'in Aslan Asker Şvayk'ını uyarlaması için Erwin Piscator'a yardım etti (1923); epik tiyatro üstüne görüşlerinin etkisi altında kaldığı Piscator'la işbirliği sonucunda Mann ist Mann'ı (1927, Adam Adamdır) yazdı. Eşi, oyuncu Maianne Üç Kuruşluk Opera'dan bir manzara; Tara Hugo ve Tom Hollander, Brecht'in Donmar Tiyatrosunda sahnelenen Üç Kuruşluk Opera'sındaki sahneleri Zoff'tan ayrıldıktan bir yıl sonra, ömür boyu birlikte çalışacakları Helena Weigel'la evlendi; yakın işbirliği yapacakları besteci Kurt Weill'la tanıştı; Die Dreigroschenoper (1928, Üç Kuruşluk Opera) adlı ilk epik operası, bu işbirliğinin verimli ürünü oldu.
NAZİ İKTİDARI VE VATANDAŞLIKTAN ÇIKARILIŞ
Naziler'in yönetime geçmesiyle birlikte, Brecht'in oyunlarını sahneleme imkanı da kalktı; 1933'te Reichstag yangınından bir gün sonra Prag Üzerinden Viyana'ya kaçtı; Die sieben Todsünden der Kleinbürger (1933, Küçük Burjuvanın Yedi Günahı) oyununun Paris'te oynanışından sonra, Kurt Weill'la işbirliği sona erdi. 1933 yılı sonunda Danimarka'ya geçti; 1933'te Üç Kuruşluk Opera'ya dayanan Der Dreigroschennovel (Üç Kuruşluk Roman) Hollanda'da yayınlandı; 1935'te Nazi Yönetimince Alman vatandaşlığından çıkarıldı; o yıl New York'ta sahnelenen, Gorki'nin aynı adlı romanına dayanarak yazdığı Die mutter (Ana) adlı oyununu izlemek üzere ABD'ye gitti.
Nazi yönetimine karşı etkinlikler arasında, Moskova'da yayınlanan Des Wort (Söz) adlı derginin yabancı ülke editörü oldu; bu yıllarda Nazi yönetimini hedef alan Furcht und Elend des Dritten Reiches (1935/38, Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti) gibi oyunlar ile 1938'de uranyum atomunun ilk kez parçalanması üzerine bilim adamının sorumluluğunu işleyen Leben des Galilei(1938/39, Galile'in Yaşamı) adlı oyunu yazdı. 1939'da Hitler'in Danimarka'ya girmesi üzerine İsveç'e, 1940'da da Finlandiya'ya geçti; 1941'de Helsinki Birleşik Devletler Konsolosluğu'ndan vize alarak Sovyetler Birliği üzerinden ABD'ye (Santa Monica) gitti.
Hollywood için senaryolar yazarak geçimini sağlamaya çalıştıysa da, ancak bir senaryosu filme alındı ( Hangman Also Dies, 1942, Cellat da Ölür); burada müzikçi H. Eisler ve Paul Dessau'la yönetmen Piscator ve yazar Heinrich Mann'la buluştu; Charles Kaughton'la ve Joseph Losey'le birlikte Galile'nin Yaşamı'nı yeniden düzenleyerek İngilizceye çevirdi ve sahneye koydu (1947), Charlie Chaplin'le ve kendi düşüncelerinin bir savunucusu olan yazar Eric Bentley'le dostluk kurdu; 1947'de Komünist Parti'siyle ilişkileri konusunda Amerikanca Olmayan Etkinlikler Kurulu karşısına çıktı, Hanns Eisler'in kendisinin 1930'da partiye girmiş olduğu yolundaki ifadesini yalanladı ve Kurul'un sorularını yanıtlamadı; ertesi hafta, Gelileo'nun New York temsilini beklemeden İsviçre'ye kaçtı. 2. Dünya Savaşı sırasında Brecht'in üç oyununu sahnelemiş olan Zürich Shauspielhaus kendisine yardımcı oldu ve burada kendi Antigone (1948) uyarlamasını sahneledi, Augsburg günlerinden dostu sahne
Bertolt Brecht'in Cronet Tiyatrosundaki, Galileo oyunundan bir manzara - Charles Laughton, Galileo rolünde, yardımcısı Eda Reisse Merin tarafından hizmet edilirken tasarımcısı Caspar Neher'le birlikte çalışmalar yaptı.
1948'de Doğu Almanya'dan gelen öneri üzerine Doğu Berlin'e geçti, orada karısı Helena Weigel'le birlikte Berliner Ensemble'ı kurdu (1949); topluluk, 12 Kasım'da Herr Puntila und sein Knecht Matti (Bay Puntila ile Uşağı Matti) oyunuyla sanat yaşamına girdi. Berliner Ensemble'ın dramaturg ve yönetmeni olarak görev alan Brecht, Berliner Ensemble'ı "epik tiyatro okulu" ve dünyanın en iyi tiyatrolarından biri yaptı; peş peşe sahnelediği oyunlarıyla, Berliner Ensemble, epik tiyatro pratiği ve estetiğinin merkezi oldu. 1950'de gezi özgürlüğüne kavuşabilmek için karısıyla birlikte Avusturya vatandaşlığına Geçen Brecht, 1953'te PEN Kulüp Başkanı oldu; Die Tage der Commune'den (1949, Komün Günleri) sonra oyun yazmayı bıraktı; 1939'da yazmış olduğu Paul Dessau'nun müziklerini yaptığı Das Verhör des Lukullus (Lukullus Duruşması) adlı operası Berlin Devlet Operası'nda bir temsil yaptıktan sonra kaldırıldı; 1951'de Doğu Alman Devlet Ödülü'nü aldı; 1953'teki komünizm karşıtı ayaklanma üzerine hükümete uyarıcı bir mektup yazdı; 1954'te, Berliner Ensemble, Schiffbauerdamm'daki kendi yerine yerleşti; açılış oyunu, Der Kaukasische Kreidekreis (1943/45, Kafkas Tebeşir Dairesi)
Juliet Stevenson, Kafkas Tebeşir Çemberi'nde çocuğu tutarken; Simon McBurney, Kafkas Tebeşir Çemberi oyunundaki repliğini konuşurken Juliet Stevenson, çocuğu tutuyor. Royal National Tiyatrosu
, basında yer almadı; 1955'te Moskova'ya giderek (Üç Kuruşluk Opera dışında hiçbir oyunu Sovyetler Birliği'nde sahnelenmemiş olduğu halde) Stalin Ödülü'nü ve Paris uluslar arası Tiyatro Şenliği'nde (Berliner Ensemble'la) !. Ödülü'nü aldı. Kendi tiyatrosunda (Farquhar, Hauptmann, Lenz ve Shakespeare'den) oyunlar koymayı sürdürdü; 1956'da kalp yetmezliğinden yaşamını yitirdi.
William Shakespeare (1564 - 1616)
En büyük oyun yazarlarından biri olarak değerlendirilen İngiliz şair William Shakespeare, yarattığı karakterlerde insan doğasının en değişmez özelliklerini benzersiz bir şiir diliyle yansıtması dolayısıyla, yaşadığı yüzyıldan bu yana her çağda ve her ülkede en sık sahnelenen oyunlar yazarıdır. 1564 yılında Warwickshireda Stratford-upon-Avon'da doğan Shakespeare'in bunca ününe karşın, hayatına ilişkin kesin belge ve bilgiler çok azdır.
Babası ticaretle uğraşan bir işadamıydı. Rönesans şairlerinden olan Shakespeare; büyük bir olasılıkla Stratford'daki ortaokulda öğrenim gördü. 18 yaşındayken, kendisinden yaklaşık sekiz yaş büyük olan Anne Hathaway ile evlendi ve bu evlilikten önce bir kızı, sonra biri oğlan öbürü kız ikizler dünyaya geldi. Bu sıralarda Stratford'u terk eden Shakespeare'in, bundan sonra 1592'ye kadar ki yaşamına ilişkin bilgi yoktur. Bu tarihte bir oyun yazarının yazdığı bir kitapçıkta Shakespeare’e değinilmesi, hatta onun başkalarının oyunlarını çalmakla suçlaması dolayısıyla, Shakespeare'in bu sırada bir tiyatro topluluğunda yazar ve oyuncu olarak çalıştığı bilinmektedir. Yılda ortalama iki oyun yazan Shakespeare, kendi oyunlarında da küçük roller alıyordu. 1594’e gelindiğinde, Chamberlain Topluluğu'nun önde gelen bir oyuncusuydu. Aynı yıl oyunları yayımlanmaya başladı. Döneminin bütün özelliklerini taşıdığı oyunlarının başarısı üzerine kazancı gittikçe artan Shakespeare'in, Kraliçe I. Elizabeth döneminin sonlarında varlıklı bir yaşam sürdüğü, kendi oyuncu topluluğu için 1599'da Londra'da yaptırılan Globe Tiyatrosu’nun hisselerinin bir bölümünü satın aldığı bilinmektedir.
Londra'da birkaç yıl daha kalan Shakespeare, daha sonra Stratford'a dönerek burada yaşamaya başladı ve büyük bir olasılıkla son oyunlarını da burada yazdı. Shakespeare'in, bir bölümü soylu bir genci öven, bir bölümü de bir kadına duyduğu sevgiyi dile getiren Soneler'i son derece duyarlı ve zengin bir dille kaleme alınmış şiirlerdir.
Shakespeare her biri birbirinden değişik komedi ve trajediler kaleme aldı. “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı komedisinde, bazı kendi halinde kişilerin dükü eğlendirmek için bir oyun sahnelemeye kalktıktan sonra iki lafı bir araya getirememeleri Shakespeare'in benzersiz güldürü yeteneğini ortaya koyar. Trajedilerinde ise izleyicilerin tüylerini diken diken eden bir gerilim yaratabilmiştir. Birçok başka yazar ince esprili komediler, romantik oyunlar, ürkütücü cinayet ve öç alma trajedileri, büyük öyküleri yazmakta ustaydı. Ama hiçbiri bunların tümünde birden Shakespeare kadar başarılı olamadı.
Bu olağanüstü çeşitliliğin yanı sıra, izleyicilerin ve okuyucuların Shakespeare'in oyunlarında en çok hayranlık duydukları şeylerden biri, onun yapıtlarındaki karakterlerin "kitap karakterleri" gibi gözükmemesiydi. Tersine, bu karakterler bir oyunda değil de yaşamda karşılaşıldığında görünür görmez tanınacak kadar gerçek kişilerdir. Aslında Shakespeare'in kahramanlarından bazıları, o kahramanın yer aldığı oyunu görmeyen kişilerce bile bilinir. İriyarı, hoşsohbet, cana yakın bir adam olan, eğlenceyi ve şarabı seven Sir John Falstaff bunlardan biridir. Yazarın Henry IV adlı oyununun birinci ve ikinci bölümlerinde geçen Prens Halin arkadaşlarıdır. Shakespeare Henry V'te Falstaff'ın nasıl öldüğünü anlatan bir sahneye yer vermiş, ama Kraliçe I. Elizabeth'in bu karakteri başka bir oyunda gene görmek istemesi üzerine de Windsor'un “Şen Kadınları” adlı komedisinde Falstaff yeniden ortaya çıkmıştır.
Shakespeare'in karakterleri arasında özellikle ünlü olanlardan biri de, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi, hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayan, her çağda yoruma açık bir kişiliği olan Danimarka Prensi Hamlet'tir. Acı çekmek ya da kendini öldürerek bu acıyı dindirmek arasında bocalayan Hamlet'in ikilemini, Shakespeare ünlü "Olmak ya da olmamak! İşte bütün sorun bu!" dizesiyle dile getirmiştir. Shakespeare'in “Hamlet”, “Macbeth” ve “Kral Lear” gibi trajedilerinde kahramanların asıl sorunu kendi kusurları ya da zayıflıklarıdır. Bunlar çoğunlukla acımasızlık, hırs, kıskançlık, bencillik gibi hoş olmayan özelliklerdir. Öte yandan Shakespeare gene de öyle canlı karakterler yaratır, onların iç dünyasını ve acılarını öylesine sevecenlikle sergiler ki, izleyiciler onlara yakınlık duyar, başlarına gelenlere üzülür. Shakespeare'in böyle canlı karakterler yaratması, oyunun öyküsü gerçek dışı bile olsa, kişilerin inandırıcı olduğu anlamına gelir. Karakterlerin şiir diliyle konuşmaları bile onların inandırıcılığını zedelemez.
William Shakespeare, 23 Nisan 1616'da Startfort'ta, Ben Jonson ile birlikte katıldığı bir şölenin ardından hayat gözlerini kapamıştır. Eserlerinin bir çoğu Türkçe’ye çevrilerek, ülkemizde de sergilenmiş, bazıları da sinema filmi olarak çekilmiştir.
Komediler
”Bir Yaz Gecesi Rüyası” bir büyü ve yanlışlıklar komedisidir. Atina yakınlarındaki bir koruda yollarını şaşıran dört sevgili, Periler Kralı Oberon ile kavgacı hizmetkârı Puck'ın büyüsüne kapılırlar. Kentten bir grup işçi de, gözden uzak bir yerde oyunlarını prova etmek için koruya gelir. Onlar da perilere katılırlar ve ortaya bir sürü karışıklık ve komik durum çıkar. Sonunda her şey düzelirse de, en komik sahne işçilerin Dük Theseus'un düğün şöleninde oyunlarını oynadıkları sahnedir.
”On İkinci Gece” de bir yanlışlıklar komedisidir. Kadın kahraman Viola'nın gemisi yabancı bir ülkenin açıklarında batar. Erkek kılığına giren ve "Cesario" adını alan Viola, ülkenin yöneticisi Dük Orsinonun hizmetine girer. Erkek kılığındayken Dük'e aşık olur. Orsino'nun aşık olduğu zengin Kontes Olivia da "Cesario"ya tutulunca durum karışır. Gene en komik sahneler, neşeli Sir Tobby Belch ve arkadaşlarının Olivia'nın kendini beğenmiş ve süslü uşağı Malvolio'yu kandırmak için oyun oynadıkları sahnedir.
”Venedik Taciri” de bir komedi olmakla birlikte ciddi bölümler de içerir. Oyundaki kötü adam Yahudi tefeci Shylock'tur. Borç aldığı parayı ödeyemeyen tüccar Antonio'dan, kendi vücudundan kesilecek yarım kilogram et ister. Shylock'un açgözlülükle bıçağını bilediği gerilimli bir duruşmadan sonra Antonio kendisini savunan genç bir avukatın zekâsı sayesinde kurtulur.
Trajediler
Shakespeare'in tüm oyunları arasında en çok sahnelenen Romeo ile Juliet' tir. İtalya'nın Verona kentinde yaşayan birbirlerine düşman ailelerin çocukları olan Romeo ile Juliet'in, aileleri arasındaki nefret yüzünden son bulan aşkları anlatılır.
Hamlet'te, babası öldükten sonra annesiyle evlenen amcasının aslında babasının katili olduğunu öğrenen Danimarka Prensi Hamlet derin bir acıya kapılarak öç almaya karar verirse de, bunu bir türlü gerçekleştiremez. Oyun, yalnızca amcası Claudius'un değil, kraliçe ve Hamlet'in de öldükleri bir sahneyle biter.
"Kral Lear" Shakespeare trajedilerinin en korkuncu, ama belki de en önemlisidir. Gururlu ve bencil olan yaşlı Kral Lear, sadık ve sevgili kızı Cordelia'nın kendisini ne kadar sevdiğini ablaları gibi abartmalı bir dille açıklamaması üzerine, öfkeye kapılarak onu sürgüne gönderir ve tüm servetini öbür kızları Goneril ve Regan arasında paylaştırır. Oysa iltifat dolu sözlerine karşın bu iki kardeş zalim ve haindir. Çok geçmeden Lear onların gerçek yüzlerini görür. Fırtınalı bir gecede sokağa atılan Lear, Cordelia'ya yaptığı haksızlığın acısıyla çıldırmaya başlar. Sonunda onu kurtarmak için geri dönen Cordelia da düşmanları tarafından öldürülür. Üzüntüden perişan olan kral kızının ölüsüne sarılarak son nefesini verir.
Tarihsel Oyunlar
Shakespeare konuların İngiliz tarihindeki olaylardan alan birkaç oyun da yazdı. Bunlardan ilki, rakiplerine ve düşmanlarına acımasız davranan kötü ruhlu ve kambur Kral III. Richard'ı anlatan Kral Üçüncü Richard'ın Tragedyası'dır. Kurbanları arasında Londra Kulesi'nde öldürülen iki genç prens de vardır. Yaşamını yitirdiği Bosworth Field çarpışmasından bir gece önce prenslerin ve öteki kurbanlarının hayaletleri uykusunda Richard'a görünür.
Tarihsel oyunlarından bazıları bir dizi oluşturur: The Tragedy of King Richard II, Henry IV’ün iki bölümü ile Henry V. The Tragedy of Richard I'ı da güçsüz kral tahtından vazgeçerek tacını IV. Henry adını alan Henry Bolingbroke'a bırakır. Öbür iki oyunda, yeni kralın yönetimi sırasında sorunlar ve ayaklanmalar baş gösterir; bu sırada kralın öz oğlu Prens Hal avare ve savurgan bir yaşam sürer. Ama babasının ölümüyle tahta geçerek V. Henry adını alan Prens Halin döneminde düzen yeniden kurulur. V. Henry'nin orduları Fransa'da büyük zafer kazanır. Henry'nin Fransız prensesiyle evlenmesi her iki ülkeye de barış getirir.
Shakespeare'in, konularını Eski Yunan ve Roma tarihinden alan oyunlarından en ünlüsü ise Julius Caesar'dır. Bu oyunda dürüst ve erdemli bir kişiliği olan Brutus, Jül Sezar'ın kendisini Roma imparatoru ilan etmesini önlemek amacıyla, arkadaşlarıyla birlik olup çok sevdiği Jül Sezar'ı özgürlük adına öldürür. Ama bunun cumhuriyetin yok olmasını önleyememesi üzerine de kendi canına kıyar.
"Mutlu Son"la Biten Oyunlar
Shakespeare yaşamının sonlarına doğru kötülük ve acıyı içerdikleri için tam olarak birer komedi sayılmayan, ama ölümle değil de bağışlama ve mutlu sonla bittikleri için trajedi de sayılmayan birkaç oyun yazdı. Bu oyunlardan biri olan Kış Masalı'nda, Leontes adlı bir kral hiçbir neden yokken karısı Hermione'yi kıskanır, karısıyla tüm ilişkisini keser ve bebek yaşındaki Perdita adlı kızının yabani hayvanlara yem olsun diye ıssız bir yere bırakılmasını emreder. Perditayı bir çoban kurtarır ve büyütür. Sonunda kız, babasına geri döner. Kralın uzun yıllar boyunca pişmanlıkla andığı ve öldü diye yas tuttuğu Hermione de geri döner, böylece sonunda geçmişin hataları bağışlanır.
Fırtına'da ise olay, düklüğü elinden alınan Prospero'nun yönetimindeki bir adada geçer. Büyü gücüne sahip Prospero, hava perisi Ariel'i ve yarı insan yarı canavar Caliban'ı yönetmektedir. Yıllar önce hileyle düklüğü ele geçiren Prospero'nun kardeşi Antonio, adanın yakınında bir deniz kazası geçirir. Prospero büyü gücüyle kendisine haksızlık edenleri cezalandırır. Ama daha sonra onları bağışlar ve kızı Miranda'nın Antonio'nun oğlu Prens Ferdinand ile evlenmesine izin verir. Oyun Prospero'nun büyülü değneğini kırması, büyü kitabını denize atması ve tüm grubun düşmanlıkları geride bırakıp büyüyle onarılmış gemiyle İtalya'ya yelken açmasıyla sona erer
Johann Wolfgang von Goethe (1749 - 1832)
Goethe, 28 ağustos 1749’da Frankfurt’da doğdu. Varlıklı bir aileden gelen babası tarafından Aydınlanma düşüncesinin ideallerine göre yetiştirildi. Küçük yaşta Fransızca, Latince ve Eski Yunanca öğrendi, güzel sanatlar ve tiyatroyu tanıdı. 1765’de hukuk eğitimine başladı ancak hastalanıp evine döndü. Din ve mistisizmle tanışması bu dönemdedir. İyileşince, hukuk eğitimini Strasbourg’da tamamladı. Dil üzerine araştırmalar yapan Herder’le dostluk kurdu. Parlak bir gençti Goethe. 1775’de Weimar Dükü tarafından elçilik danışmanlığına atandı ve 1782’de “von” unvanını aldı.
1786’da Roma’ya giderek güzel sanatlar alanında incelemeler yaptı. Sicilya’da ise -ilginçtir- botanikle ilgilendi. Almanya’ya dönüşünden sonra evlendi Goethe. Doğan beş çocuğundan sadece birisini yaşatabildiler. Bu sıralarda Jena kentinde ikamet ediyordu ve Schiller’le de burada tanıştı. Yaklaşık on yıl süren dostlukları sırasında, iki yazar olumlu anlamda birbirini her yönden etkilediler. Siyasi karışıklar ve toplumsal patlamalara, 1805’de Schiller’in ölümü de eklenince çok sarsılan Goethe, Jena’dan ayrıldı. Yaşı da hayli ilerlemişti, köşesine çekildi; yazdı, durmadan yazdı ve hayatının en üretken dönemini geçirdi. 22 Mart 1832’de Weimar’da öldü.
Samuel Beckett (1906 - 1989)
Yirminci yüzyılın en güçlü kalemlerinden ve absürd tiyatronun önde gelenlerinden biri olan Samuel Beckett 13 Nisan 1906’da İrlanda’da Dublin’de doğdu. İyi halli bir Protestan ailenin ikinci çocuğu olan Beckett, annesinin koyu dindarlığının yarattığı havanın ve babasının uzun yürüyüşler yapmaktan aldığı zevkin etkisinde kaldığı, mutlu bir çocukluk geçirdi. Annesinin dindarlığından ona sadece, tedirginlik ve doğaüstü olayları sorgulama eğilimi kalmıştı. Ama Beckett, dini sadece can sıkıntısı veren bir şey olarak görüyordu.
Kuzey İrlanda’da bulunan Enniskillen’de Portora Royal School’a ve Dublin’de bulunan Trinity College’e gitti. 1928-1930 yılları arasında Paris’te, Ecole Normale Superieure’ da konferanslar verdi. Bu dönemde çalışmalarına büyük etkisi olan yazar James Joyce’la arkadaş oldu. 1930’da M.A. derecesini tamamlamak ve Trinity College’de Fransızca ders vermek için Dublin’e dönen Beckett’a akademi hayatı çekici gelmez ve 1931’de buradan ayrılır. 1936’da bir yıl boyunca Almanya’yı gezdikten sonra 1937’de Paris’e yerleşir. 1940’ta Naziler Paris’i işgal edince Fransız direnişçilere katılır, ancak 1942’de Fransa’nın güneyine gidip savaşın geri kalanını Rousillon da geçirir ve burada Watt romanını yazar.
Almanlara karşı verdiği mücadeleden dolayı 1945’te iki ödül alır. Savaştan sonra Paris’e dönüp Fransızca yazmaya başlayan Beckett bu dönemde Molloy (1947), Malone Ölüyor (1948), Adlandırılamayan (1950), Özgürlük, Godot’yu Beklerken (1949) kitaplarını bitirir. Diğer Eserleri Aşksız İlişkiler Dört Dublinli Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler İmge Mercier ile Camier Murphy Oyunları arasında: Oyunun Sonu (1957) Son Band (1959) Neşeli Günler(1961) Oyun (1964) Ben değil(1973) O an(1976) ve Tüm Düşenler (1976) vardır. Samuel Beckett 1969’da edebiyat dalında Nobel ödülünü almıştır.
Gittikçe sonlaşan, içi boşalan yaşamın ve insan varlığının sıfırlaşma sürecini oyunlarıyla özdeş kılan Beckett, bu süreç doğrultusunda dili bir hiçleşme aracı (****fizik palyaçolar olan), oyun kişilerini de bu hiçleşmenin birimleri olarak kullanır; böylece, hiçliğin kavranışlarıyla başlayan indirgeme, tüm nesnellik ve fiziksel varlık yok oluncaya kadar sürer ('Soluk' adlı oyununda olduğu gibi, doğan bir çocuğun çığlığı ile ölmek üzere olan bir adamın son nefesini kapsayan 35 saniyelik bir oyundur, ya da giderek "Ben Değil" de olduğu gibi, sadece içinden sözcük kırıntılarının zar zor döküldüğü bir ağızdır.)
"Mutsuzluktan daha hoş bir şey olamaz" sözünde özetlenebilecek olan Beckett'ın kapkara gülmecesi, çağdaş tragikomedyanın salt mutlaklaşmış biçimidir. (Rober Blin tarafından uzmanca sahnelenmiş olan) Beckett'ın oyunları, modern tiyatroyu anlayış olarak derinden etkilemiş ve her zaman özgünlüklerini korumuşlardır.
GODOT'YU BEKLERKEN
Samuel Beckett'ın en çok tanınan eseridir Godot'yu Beklerken. Gülünçlük ve tekrar üzerine temellenen ve absürd tiyatronun şaheseri olarak kabul edilen bu oyun, dünyaya ve insana ilişkin geleneksel ve yaygın kabulleri derinden sarsar. Aristoteles'ten beri tiyatroya egemen olan kuralların, bu oyun için hiçbir geçerliği yoktur. Herhangi bir olayın dile getirilmesi, aksiyonun yükselmesi, alçalması ve çözüm noktasına ulaşması söz konusu değildir. Çünkü bu oyunda, bir olayın hikayesi yer almaz.
Hiçbir yere götürmeyen bir yolun kenarında, yaprakları dökülmüş bir ağacın altında, yarı berduş yarı palyaço iki acayip insan, yani Vladimir ve Estragon, hiçbir zaman gelmeyecek olan Godot'yu beklerler. Birinci ve daha sonra ikinci perdede bir çocuk onlara Didi ve Gogo'nun (kendilerini böyle adlandırmaktadırlar) ertesi güne kadar beklemeleri gerektiğini belirten bir mektup getirir. Ama beklenen gerçekleşmez ve birbirlerine, efendi ile köle arasındaki şiddet ilişkisiyle bağlamış iki garip ve beklenmeyen kişi, yani Pozzo ile Lucky ortaya çıkar. Bu kişiler ikinci perdede görüldüklerinde, zamanın gaddar akışıyla düşkünleşmiş ve yaşlanmış haldedirler. Efendi kör, köle de dilsiz olmuştur. Vladimir ve Estragon ise değişmemiştir. Onlar bir şiddet ve egemenlik ilişkisiyle birbirlerine bağlı değildir ve sadece birlikte beklemek olan kaderlerini kabul etmişlerdir.
Oyunda tek tük aksiyona da rastlanır; kişiler ayakkabılarla ve şapkalarla oynar veya intihar etmeye çalışırlar. Ama hiçbir şey değişikliğe uğramadan kendini benzeyen bir günün sonu gelmezliğini ortadan kaldıramaz. Pozzo "bir gün doğduk ve bir gün öleceğiz; bu aynı andır" der. Seyirci belki de Tanrı'nın son imgesi, ulaşılabilir bir gerçeklik mi, yoksa onların hayal gücünün bir ürünü mü olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektir.
Victor Hugo (1802 - 1885)
Fransız şair ve yazar Victor Hugo, Fransa tarihinin en çalkantılı günlerinde, 1802’de dünyaya geldi. Napolyon ordusunda general olan babası, imparatorun parlak döneminde önemli görevlerde bulundu, bir çok dış ülkeye seyahat etti ve Madrid’te valilik yaptı. Hugo, anne ve babası arasındaki geçimsizlikler nedeniyle genellikle annesinden uzak kaldı ve babası ile yaşadı.
Hugo ilkokula İspanya’da başladı ancak İspanyol aristokratlarının çocuklarını kabul eden bu okulda, sonradan soyluluk ünvanı almış bir burjuva generalin oğlu olması, alay konusu edilerek dışlanmasına yol açtı. Yazarların ürünleri ile yaşam öyküleri arasında ilişki kurmak eğilimindeki araştırmacılar, İspanyol okulunda geçen günlerin, Hugo’nun aristokrasiye bir yandan hayranlık duyup bir yandan da nefret etmesi gibi gerilimli bir duyguya kapılarak liberal-demokratik ilkeleri seçmesinde büyük rol oynadığını iddia etmişlerdir.
Napolyon’un imparatorluktan düşmesi ile birlikte Hugo ailesi için zor günler başladı. Paris Hukuk Fakültesi’nde başladığı yüksek öğrenimine maddi sıkıntılar yüzünden devam edemedi ve ayrıldı. Ayrıldıktan sonra kendini kitaplara veren Hugo, ilk şiirlerini de bu yıllarda yazdı. Annesinin ölümüyle sefaletin eşiğine gelen genç yazarı bu güç durumdan kurtaran yirmili yaşlarda yayınlanan -kraliyet yanlısı- şiirleri oldu; XVIII.Lois tarafından bin frank aylığa bağlandı, Chateaubriand’ın ilgisini çekti ve romantik akımı benimsemesinden sonra parlak bir kariyerin kapısını araladı.
1827’de “Cromwell” ve 1830’da “Hernani” oyunları, -tıpkı Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre”sinin Osmanlıda yarattığı- isyana benzer bir heyecan uyandırdı Paris’te. 1830 yılında Victor Hugo'nun Hernani piyesinin oynanmasından sonra romantiklerle klasik edebiyat taraftarları arasında "Hernani Savaşı" denilen tartışma basladı. Bu tartışma romantiklerin “klasizm” karşısında kesin zaferiyle sonuçlandı.
Hugo’nun ilk romanı ise “Notre Dame’ın Kamburu”dur(1831). Bugün okunduğunda, yazarın en yüzeysel ürünü olarak değerlendirebileceğimiz bu romanın nispi başarısızlığı, Hugo’nun maddi nedenlerle yayınevinin ısrarına boyun eğerek metnini çok kısa bir sürede tamamlamak zorunda kalmasındandır. Yine de, Hugo’nun yükselen ünü, Fransa’da bu kitabının da sevilerek okunmasını sağlamıştır.
1831-1941 arasında çok sayıda şiir, piyes ve roman yazan Hugo, 1841’de Fransız Akademisi’ne seçildi. 1848 İhtilali’nden sonra Cumhuriyetçi saflara geçti ve Cumhurbaşkanlığı için aday bile oldu. Kendisi seçilemedi, ama seçilen Louis Napolyon’u destekledi. Ancak Napolyon da imparatorluğunu ilan edince, Hugo 1851’de Fransa topraklarını terk ederek –yirmi yıl sürecek gönüllü bir sürgünü geçireceği- Channel Adaları’na yerleşti. Burada yazdığı “Sefiller”(1861), onun en çok tanınan ve sevilen eseridir. İmparatorluk dönemi sona erip Üçüncü Cumhuriyet kurulunca, Victor Hugo, Paris’e bir kahraman olarak döndü. Millet meclisine seçildi, ama politikadan çok edebiyatla ilgilenmeyi tercih etti. 1885’de öldüğünde, büyük bir törenle Pantheon’a gömüldü.
19.yy Paris’inden insan manzaraları; “Sefiller”
“Sefiller” romanı, roman kahramanları; kürek mahkumu Jan Valjean ve polis müfettişi Javert arasında sürüp giden bir kovalamacanın hikayesi üzerine kuruludur. Jan Valjean, yoksul bir köylüdür, ailesini doyurmak amacıyla çaldığı –yalnızca- bir somun ekmekten dolayı kürek cezasına çarptırılmış, defalarca kaçma teşebbüsünde bulunduğundan cezası katlanmış ve on dokuz senelik hapisten sonra inançlarını yitirmiş, topluma öfke ve kin duyarak tahliye olmuştur. Sefil bir halde geldiği “D” kasabasında, kasabanın piskoposundan gördüğü iyilikle aydınlanır ruhu.
Hayata ahlâk ve fazilet sahibi iyiliksever bir insan olarak yeniden başlayan Valjean, Fransa’nın kuzeyinde ucuz mücevher imalatçılığı yaparak yaşamaktadır şimdi; geçmişini gizlemiş, zenginleşmiş ve herkesin sevgisini kazanıp kasabanın belediye başkanı olmuştur. Valjean’ın gizlediği geçmişten şüphelenen detektif Javert, araştırmaya koyulur ve “D” kasabasındaki hırsızlık olayına kadar ulaşır. Oysa, isim benzerliğinden, bir başkası Jan Valjean’ın yerine tutuklanmış, mesele kapanmıştır. Ne var ki Valjean’ın ahlâkı, kendi yerine bir başkasının hapsedilmesine izin vermez. Teslim olur ve yeniden küreğe gönderilir.
Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra bir kez daha kaçmayı başaran Valjean, teslim olmadan önce sakladığı -namusuyla kazanılmış- paralarını alır, eski bir fahişe olan Fantiana’nın kızı Cosette’i bulur ve bir manastırda bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Evlat edindiği Cosette ise rahibe okuluna gitmektedir. Müfettiş Javert’ten kurtulmuş gibidir Jan Valjean.
Bu sakin hayat, Cosette’in genç ve güzel bir genç kız olmasıyla değişir. Babası Napolyon ordusunda subaylık yapmış bir delikanlı; Marius’a aşık olmuştur Colette. Zengin dedesi tarafından büyütülen Marius, 1832’de isyan eden sosyalistlerin safındadır. Her zaman haklıdan yana olan Jan Valjean da öyle. Paris kanla yıkanırken, Javert ile Jan Valjean karşı karşıya gelirler. Valjean Javert’in hayatını bağışlar. Ancak bu yüce gönüllük karşısında bütün inandığı değerleri yıkılan Javert, intihar eder. İsyancıların durumu da pek parlak değildir. Marius ağır yaralanır ve Valjean tarafından kurtarılır. Cosette’in bu genci sevdiğini anlayan Valjean, onun eski bir kürek mahkumunun kızı olarak bilinmesini istemez ve ortadan kaybolur. Oysa Marius, hayatını kurtaran kişinin Valjean olduğunu öğrenmiştir. İki genç, son anlarını yaşayan Valjean’a koşarlar....
Romanda Gerçekçilik
19.yüzyıl romanlarını roman sanatının doruk noktasına taşıyan özellik, hiç şüphe yok ki, yazarların toplumsal gerçekliğe olan bağlılığıdır. Gerçekten de, 19.yüzyıl romanı, çağın olaylarını bir tarihçi, sosyal bilimci titizliği ile kaydetmiştir. Daha modernizmin şafağında, kapitalistleşmenin getirdiği yeni yaşam tarzına yaptığı sert eleştiriyle kendisini gösteren Romantik akımın en büyük yazarlarından Balzac, romanlarında Fransız tarihini ve toplumsal hayatının bütün renkleri ve ayrıntılarıyla “resmetmiştir”. Bu resme dikkatle bakıldığında, yaşam biçimlerinin farklılığının mekanda ve eşyalarda simgeleştiği fark edilecektir; mahalleler arasındaki ayrım, katı kurallarla düzenlenmiş toplumsal kastlar gibidir.
Balzac'tan yaklaşık yirmi beş yıl kadar sonra, 1861 de yazdığı "Sefiller" romanında, Victor Hugo yüzlerce sayfayı Paris'in varoşlarının ürpertici yaşamına ayırmıştır. "Burası korkunç bir yerdir. Burası karanlıkların kuyusudur. Körlerin çukurudur burası. Cehennemin ta kendisidir(...) Paris'in varoşları diyebileceğimiz bu kenar mahallelerin tenhalığını tanıyan herkes, en umulmadık kimsesiz bir yerde, bir çitin ardında veya bir duvar dibinde toplanmış çocuklar görmüştür. Bunlar yoksul ocaklarından kaçmış çocuklardır. Kenar sokaklar onların dünyasıdır; orada nefes alabilirler. (...) Kötü alınyazıları buralardan doğar. Buna acı tabiriyle, Paris'in kaldırımlarına atılmak denir". Victor Hugo, aynı romanda, burjuva evini ve mahallesini de ayrıntılı olarak tasvir ederek, toplumsal kesimler arasındaki ayrımı, içinde yaşadığımız döneme göre çok daha kesin, hiç bir "nesnel" incelemenin yapamayacağı kadar dehşet uyandıracak biçimde belirler.
“Sefiller” romanında anlatılan gerçekler yalnızca toplumsal yaşantı ve onunla ilişkili mekanlarla sınırlı değildir. Roman kahramanlarının önemli bir kısmı, Hugo’nun yaşam öyküsünde ya da Fransa tarihinde yaşamış kişilerden oluşur. Hatta, gururlu, isyankar ve devrimci Marius tipi, yazarın kendi gençliğinin idealize edilmiş biçimidir. Jan Valjean’ı merkezine alan hikayesi de –özellikle 1832 ayaklanmasıyla- Fransız tarihinin romana yansımasıdır. Üstelik o dönemin haksız adalet sistemini ve politik hayatını teşhir etmesiyle de önemli bir belgeye dönüşür “Sefiller”. Üstelik hiç bir belgenin sahip olmayacağı zengin tasvirlerle ve şiirsel bir dille...
Bütün bu övgülere rağmen, “Sefiller”in aksayan pek çok yanı da var. Mesela, Goethe’ye göre, Hugo’nun yarattığı sahneler ve olayları dikkatle izleyip aktarışı, okuyucuyu hemen etkiler, “fakat karakterler doğal canlılığın izini taşımazlar hiç. İplerinden öteye beriye çekilen yaşamsız, sıradan kişiler zekice bir araya getirilmişler, fakat tahtadan ve çelikten iskeletler, yazarın en garip durumlara sokarak, eğip bükerek, işkence ederek, kırbaçlayarak, vücutlarını ve ruhlarını kesip biçerek çok zalimce uğraştığı içi doldurulmuş bebekleri ayakta tutuyor, ancak bu oyuncak bebeklerin eti ve kanı olmadığı için, yazarın yapabildiği tel şey, yapıldıkları paçavraları yırtmaktan başka bir şey olmuyor; bütün bunlar, önemli derecede tarihsel ve retorik bir yetenek ve canlı bir hayal gücüyle yapılıyor”....
Dimitri Psathas (1907 - 1989)
Dimitri Psathas 1907 yılında Trabzon’da doğdu. 1923’te Atina’ya giden Yunanlı yazar, özellikle “Adalet Keyifli” ve “Adalet Öfkeli” adlı iki güldürü yapıtlarıyla ün kazandı. Alman işgalinden sonra yazdığı ve işgalcilerin baskılarını konu eden ve 1945’te yayınlanan “1941 Kışı” ile “Direnme” ve 1946 yılında yayınlanan “Bir Dönemin Gülmecesi” adlı yapıtlarıyla ünü daha da yaygınlaştı.Toplumsal sorunları, devlet yöneticilerinin, politikacıların örf ve adetlere ters düşen kimi olumsuz karar ve davranışlarını ve hatta devlet mekanizmasının doğru bir biçimde işleyemeyişini büyük bir ustalıkla gülmece konusu yapmayı başarması Dimitri Psathas’ın, kimi çevrelerce, Yunanistan’ın Aziz Nesin’i olarak tanımlanmasına yol açmıştır.
Toplumsal ve politik sorunların tüm çarpıklığını gülmece konusu yaparken Psathas, ülkesinin gerçekleri üzerinde duruyor. Öyleki, özellikle kimi politikacılarının tutum ve çalışma yöntemlerini gülmece biçiminde ustaca sergilemesi çoğu yapıtlarının salt kendi ülkesinde değil, daha geniş bir alanda güncel olmalarını sağlamıştır. Buna bir örnek olarak “Yalancı Aranıyor” piyesini gösterebiliriz.
Fransa, İngiltere, Amerika ve Türkiye’ye yaptığı gezilerden esinlenerek yazdığı ve 1950’de yayınlanan “Gmkdelenlerin Altında” adlı yapıtı, çeşitli dillere çevrilmiş, böylece ünü daha geniş çevrelere yayılmıştır. 1997 yılında, yapıtlarının çoğu dizi film yapılmış olan Dimitri Psathas Kasım 1989’da Atina’da öldü.
Ahmet Yenilmez (1966 - .... )
1966 tarihinde Ordu ili Karaağaç Köyü doğan Ahmet Yenilmez, ilkokulu köyde, orta ve lise tahsilini Ordu’da tamamladı. Yüksek tahsilini Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde yaptı.
Halen Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi Bölümü Yüksek Lisans öğrenciliği devam etmektedir. 1978 yılında Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu Deneme Sahnesinde Tiyatroya başlayan Yenilmez 1983 yılında Karadeniz Bölgesi tiyatro festivalinde Cevat Fehmi Başkut’un “ölen hangisi” adlı oyunuyla en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı.
Üniversite çalışmalarına devam eden Yenilmez 1985 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Tiyatro kolunu kurdu, 1987 yılında Hasret Sahnesi bünyesine girerek burada profesyonel oldu ve bu ekip bünyesinde “Yusuf Yüzlüler” isimli oyunu yönetip oynadı,1992 yılında Kültür Bakanlığı bünyesinde “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” isimli tek kişilik oyunu yönetip oynadı, 1996’da “Medeniyetinizden İstifa Ediyorum” isimli oyunu yönetip oynadı. Yenilmez 1996 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gösteri Sanatları Merkezinde Genel Sanat Yönetmen Yardımcılığı görevine yürüttü.
1997 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Muammer Karaca Tiyatrosu Müdürlüğü görevine bulundu. 1998 yılında Sarıyer Belediye Tiyatrosu’nu kurdu. 1999-2000’de kendi yazıp oynadığı “Milenyum Eşiğinde Türkiye” isimli tek kişilik oyununu sahnelemektedir. 1998 yılında Deli Yürek adlı dizi film'de "Sabri" tiplemesiyle adından sıkça söz ettirmeye başladı.
3 Kasım 2002 tarihinde yapılacak olan milletvekili seçimlerinde BBP’den İzmir ikinci bölge, birinci sıradan milletvekili adaylığını koydu. Son olarak "Ekmek Teknesi" adlı dizide "Celal" tiplemesiyle sevenlerinin kalbindeki yerini sağlamlaştırdı.
Tevfik el-Hakim (1898 - 1987)
Mısır'ın ünlü sanatkârı Tevfik el-Hakim, Arap Edebiyatı'nın en önde gelen ve en etkileyici yazarlarından biri sayılmaktadır. El-Hakim'in, Arap -özellikle de Mısır- kültürünün yanı sıra Batı tiyatrosunu da yakından tanımış olması, ona Arap Edebiyatı ile Çağdaş Dünya Edebiyatı arasında köprü vazifesi gören geniş bir perspektif kazandırmıştır. Tevfik el-Hakim'in bütün eserlerinde kadının etkisini görebilmek mümkündür. Onun ilgisi, daha çok kadınlarla ilgili hikâye ve destanlara ya da Mısır efsanelerine yönelik olmuştur.
Tevfik el-Hakim, 1898 yılında İskenderiye'de dünyaya geldi. Babası, Mısır'ın kuzeyindeki eyaletlerden birinde yer alan Ed-Dilnecat Köyü'nde, bir adliye yargıcıydı. Geniş arazilere sahipti ve o bölgenin varlıklı çiftçilerinden biri olarak itibar görmekteydi. Aslen Türk olan annesi ise kendi aslı ve soyuyla çok iftihar ederdi. Bu nedenle annesi, Tevfik'i diğer çocuklardan ayrı tutuyor ve onlarla oynamasına izin vermiyordu. Belki de bu soyutlanma, çocukluk döneminde Tevfik'i kendi iç dünyasına yöneltmişti. Okumaya meraklı olan annesinin anlattığı ilk hikâyeler, onu cezb ederek ilgisini edebiyata çekmesine vesile olmuştu.
Tevfik, ilk yıllarını ed-Dilnecat'ta geçirdi. Yedi yaşında iken Demnehur şehrindeki ilkokula gitti ve 1915 yılında, ilkokulu bitirdikten sonra babasının isteği üzerine Kahire'nin yolunu tuttu. Kahire'de, biri öğretmen diğeri ise teknik üniversitede öğrenci olan iki amcasının yanında yeni hayatına başladı. Başkentin renkli çevresi, onu sanat dünyasına çekti. Ud çalmayı öğrendi ve tiyatroyla ilgilenmeye başladı. Tevfik, liseyi bitirdikten sonra yine babasının isteği ve desteği ile üniversiteye girdi ve hukuk tahsiline başladı.
Öğrenciliğinin ilk yılları, Mısır halkının İngiliz sömürgeciliğine karşı başlattığı isyana denk geldi. Kendisi de halkın bu başkaldırısına fiili olarak destek verdi ve 1919 yılında tutuklanıp cezaevine gönderildi. Hapis yattığı günlerde hassas ruhunda birçok şey biriktirmişti. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra sanatsal gruplarla ve sanatkârlarla içli dışlı olmaya başladı ve bu sayede edebî yeteneğini her gün biraz daha geliştirdi. 1922 ve 1923 yıllarında yazdığı tiyatro eserlerinden Günümüzün Kadını (Today Women), Pahalı Misafir (Guest Dear Expensive) ve Ali Baba adlı eserleri, bir tiyatro grubu olan Akkaşe tarafından sahneye kondu.
1924 yılında babasının ısrarıyla, hukuk dalındaki doktorasını tamamlamak üzere Fransa'ya gitti. Paris'te geçirdiği dört yıl boyunca, babasının gönderdiği hatırı sayılır harçlığın da yardımıyla, vaktinin çoğunu tiyatro seyretmek, konserlere gitmek ve çeşitli edebî eserleri incelemekle geçiriyordu. Batı tiyatrosunun, eski Yunan kültürü ve dini efsanelerinden neşet ettiğini anladıktan sonra, eski tiyatro yazarlarını incelemeye koyuldu. 1920 yılında yaşadığı bir aşk macerasının da etkisiyle Küçük Penceresinin Karşısında Oturmuş (Devant Son Guichet) adlı tek perdelik piyesi yazdı.
1928 yılında ülkesine geri döndükten sonra Kahire adliyesinde göreve başladı. Bir yandan da toplum nazarında çok da önemli olmayan, yalnızca yüzeysel bir şekilde ilgilenilen ve muhtevadan yoksun olan tiyatro sanatını değiştirmeye karar vermişti. Batı tiyatrosunu da oldukça yakından tanıyordu. Avrupalı tiyatro yazarlarından Pirandelli, Metherlinck ve Bernard Shaw'ın tarzlarını çok seviyordu ve biliyordu ki, eski trajediler, o dönemlerde yaşayan halkın inanç ve ibadetlerinde kök salmıştır. Onun bu inancını yansıtan en önemli tiyatro eseri Mağara Arkadaşları (Ehlü'l-Kehf), 1933 yılında basıldı ve hızla başka dillere tercüme edildi.
Bu eser, 1935 yılında, Mısır Millî Sanatkârlar Derneği'nin açılışı münasebetiyle sahnelendi. Ehlü'l-Kehf, tek Tanrı'ya inanan yedi kişinin macerasını anlatan bir dinî hikâyeden esinlenerek yazılmıştır. Bu kişiler, putperest halkın zulmünden kaçarak bir mağaraya sığınmış ve orada uyuyakalmışlardı. Üç yüz yıl sonra kendilerine geldiklerinde, onlara zulmedenler yok olmuş ve her şey değişmiştir. Onlar, mucizelerini diğerlerine açıkladıktan sonra hayata gözlerini yumdular.
Tevfik el-Hakim, bir yandan da Avrupai tarzda hikâye yazarak, Mısır halkını, özgürlüklerini elde etmeleri için teşvik etmeye çalışıyordu. Bu amaçla 1933'te yazdığı, Ruhun Dönüşü (Avdetü'r-Ruh) adlı eseri, Mısırlıların 1919'da gerçekleştirdikleri isyanı konu ediniyordu. Gali Şükri'nin de dediği gibi Ruhun Dönüşü adlı hikâyeyi, Çağdaş Mısır Edebiyatı döneminde, nasyonalist bir havayla sömürgeciliğe karşı yazılmış eserlerin başında saymak mümkündür.
Tevfik el-Hakim'in 1934 yılında kaleme aldığı Şehrazad adlı tiyatro eseri, konusunu Bin Bir Gece Masalları'ndan almıştır. Fransız akademisyenlerinden George Lukent, bu eseri şöyle tarif eder:
"Bu esrarengiz başlık altında, o bildiğimiz şatafatlı ve süslü Bin Bir Gece Masalları'ndan eser yok aslında. Bu tiyatro eserinde Şehrazad, inci, gerdanlık ve süslü peçeler olmaksızın çekicidir. Özelliklerinin, adının veya şeklinin ne önemi var! O, kadın, talih, ilim ve yücelik suretinde tecelli etmelidir. O, bütün bakışların ona yöneldiği ve insani ihtirasların onda yok olduğu yüce ve aydınlık bir zirveden başka bir şey olamaz. Şehrazad bir kumul misali her zaman susuzluktan alev alev yanar ve hiçbir zaman suya doymaz." Bu eser 1936 yılında Fransızca'ya çevrildi ve 1955 yılında, bir komedi olarak Fransız tiyatrolarında sahnelendi.
Tevfik el-Hakim, 1937 yılında "Köydeki Bir Savcı Yardımcısının Günlüğü" adıyla kaleme aldığı romanında, mizahi bir dille Mısır halkının günlük yaşamından örnekler sunar. Onun meşhur tiyatro eserlerinden bir diğeri de Süleyman Hekim'dir. Bu eserde, Süleyman peygamber zamanında yaşanan olaylardan, özellikle de onun güzel ve güçlü Seba Melikesi Belkıs'a karşı duyduğu ilgi ve aşktan etkileyici bir dille söz edilmektedir. Yul Braynır ve Gina Lollobrigida'nın oyunculuğuyla sahnelenen King Vidor'un, Süleyman ve Seba Melikesi adlı meşhur filmi, Tevfik el-Hakim'in bu eserinden derlenmiştir.
Ölüm Şarkısı (Song of Death) adlı tiyatro eseri ise, doğu toplumlarında çokça hissedilen, insanların hastalıklı davranışlarını ve kirli ilişkilerini konu alan acı bir trajedidir. Bu eserin konusu kısaca şöyledir:
Mısır'daki köylerden birinde, bir kulübede yaşayan Asakir adlı yaşlı kadının kocası Süleyman Tahavi öldürülmüştür. Yaşlı kadın, kocasının kız kardeşi olan Mebruke ve oğlu Semida ile birlikte Kahire'den gelecek olan treni beklerken dakikaları saymaktadırlar. Çünkü Asakir'in oğlu bu trenle on yedi yıllık bir ayrılıktan sonra ilk kez vilayetine geri dönecektir. Annesi, oğlunun bunca yıllık ayrılığa bir son vermesini ve babasının kanını yerde bırakmamasını ümit etmektedir. İvan, babasının öldürüldüğü yıllarda yalnızca iki yaşındaydı. Annesi oğlunun canını kurtarmak için onu bir sepetin içine saklayarak geceleyin Kahire'deki akrabalarından birine göndermiş ve onlardan oğlunu bir kasabın yanına çırak olarak vermelerini istemişti. Böylece oğlu bu mesleğe alışacak ve en iyi şekilde babasının intikamını alabilecekti. Ama oğlu beklenilenin aksine El- Ezher Üniversitesi'ne gitmiş ve orada ilim öğrenmiştir. O, intikam alma düşüncesinde olmadığı gibi, içinde doğum yerini kalkındırma hedefini taşımaktaydı. İşsizliğin gücünü, cadde, köprü, baraj, okul ve hastane inşasına yönlendirerek hemşehrilerinin vakitlerini ahmakça düşmanlıklarla, işsizlikten ve hedefsizlikten doğan serseriliklerle geçirmelerinde mani olacaktı.
Tevfik el-Hakim, yazarlığı boyunca halk türkülerine ve yerel efsanelere özel bir ilgi göstermiştir. Hey Sen Ağaca Çıkan! (ki bu isim bir çocuk şarkısından alınmıştır.) adlı tiyatrosunda her şey sembolik bir dille açıklanmaktadır. Bu eserde Bahadır Hanım adlı kadın, bütün ömrünü kırk yıl önce doğması gereken ama doğmayan kızına yeşil bir gömlek alabilmek için feda etmiştir. Bahadır Bey ise bütün vaktini bir ağaca bakmak için harcamaktadır. Bu ağacın dibinde yaşayan yaşlı bir kertenkele vardır. O başlangıçta bu kertenkeleyi öldürmeyi düşünür; fakat zamanla ona alışır ve onu sever. "Tevfik el-Hakim'in, bu eserde kullandığı semboller defalarca tahlil edilmiştir. Buna göre eserdeki doğmamış çocuk, 1919 yılında, kitlelerin ümitlerini uyandıran Mısır İnkılâbını simgelemektedir. Kadın, 1952'deki Abdu'n-Nâsır dönemine, ağaca bakan adam ise Mısır halkının, milli doğuşun gerçekleşmesi için, içinde taşıdığı ümit ışığına işaret etmektedir."
Tevfik el-Hakim, 1936 yılında Taha Hüseyin ile tanıştı ve bu ikili birlikte, Bir Cadının Sarayı'nı kaleme aldılar. Bu eserde çeşitli edebî ve sanatsal meseleler tartışılmaktadır. El-Hakim, 1943 yılında devlet işinden ayrılarak vaktini yazmakla geçirmeye başladı. 1951 yılında Dr. Taha Hüseyin'in Mısır'ın Kültür Bakanlığı'na atanmasından sonra Tevfik el-Hakim de Millî Kütüphane Müdürlüğü'ne seçildi. O yıllarda şöhreti ülkesinin sınırlarını aşmış ve eserleri birçok dile tercüme edilmiştir. O, Arap tiyatro yazarlarının en başarılı ve en çalışkanlarından biri olarak kabul görmüştür.
Tiyatro eserlerine ilave olarak birçok makale, eleştiri ve hikâye de kaleme almıştır. Yazarın yukarıda zikredilmeyen eserlerinden, sanat ve yaşam arasındaki mücadeleyi konu alan Pygmalion, firavunlar dönemindeki eski Mısır efsanelerinden esinlenerek yazdığı Fzeys, Muhammed'in (S.A.V.) Serüveni, Aylak Sultan, Kurtuluş Yolu, Yaşamın Zindanı ve bir tiyatro eseri olan Edip Şehriyar'ı (eski Yunanlı tiyatro yazarlarından Sofokles'in meşhur eseri), burada zikretmek mümkündür.
Tevfik, 1956 yılında Sanat ve Edebiyat Yüksek Şurası üyeliğine seçildi, ardından da 1960'ta UNESCO'nun Mısır temsilcisi oldu ve Paris'e gitti. Hayata gözlerini yumduğu tarih olan 1987 yılına kadar Sanat ve Edebiyat Yüksek Şurası'ndaki görevine devam etti.
Heinrich Böll (1917 - 1985)
1972 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi Heinrich Böll, 21 Aralık 1917'de, Viktor Böll'ün ikinci eşi Bayan Maria'dan, ailenin ücüncü çocuğu olarak doğdu. Savaş yılları olması sebebiyle, Böll ailesi, 1921'de, Köln-Raderberg'de, eski kentin güneyine taşındılar, ancak aile, 1930'un ilkbaharında, para sıkıntısından dolayı, evlerini satıp, yeniden Köln'ün güney semtine göç etmek zorunda kaldı. Heinrich Böll, 1924 yılında okula gitmeye başladı. 1928 yılında da, Köln Hümanist Keiser-Wilhelm Gymnasium (lise) Devlet Okulu'na girdi. 1937 yılında bu okulu bitirdi. Aynı yıl Bonn'da, kitap satıcısı olmak için, öğrenimine başladı ise de, bir yıl sonra bıraktı.
Böll, 17 yaşlarında şiir yazmaya başladı. 19 yaşında Annemarie Cech'le tanıştılar ve 1942 yılında evlendiler. Böll, 1938 yılının sonbaharında çalışma kampına, bir yıl sonra da askare alındı. Piyade olarak, Doğu ve Batı Cephesi'ne gönderildi. 1945 yılının Nisan ayından Eylül ayına kadar, İngilizlerin ve Amerikalıların elinde savaş esiri oldu.
Savaş bitip Köln'e döndükten sonra, hem üniversite öğrenimini sürdürdü, hem de ağabeyinin marangozhanesinde çırak olarak çalıştı. 1947-48-50 yıllarında üç oğlu, Raimund, Reni ve Vicent doğdu. 1947 yılında, Böll'ün ilk kısa öyküsü "Haberci", sonra ilk romanı "Ademoğlu Neredeydin ?", "Ve O Hiç Bir Şey Demedi" yayınlandı. Daha sonra, ard arda öyküleri, romanları, tiyatro oyunları yayınlandı. Yapıtlarında, önceleri I. Dünya Savaşı'nı, özellikle de insanların nasıl savaştıklarını, savaşan yıkıntılarını ve acılarını anlatan Böll, daha sonraki yıllarda da Alman refah toplumunu eleştirdi.
Alman ve Uluslararası PEN Derneği’nin başkanlığını da yapan Heinrich Böll, edebiyat yaşamına öykü yazarak başlamış ve öykücülüğü hep ön planda tutmuştur. İlk çalışmalarından en nitelikli yapıtlarına kadar, Böll'ün öykülerinde keskin gözlemcilik yeteneği, çağdaş ve eleştirel düşünce yapısı, alaycılığı, insancıl yaklaşımı kendini açıkça belli eder. Böll'ün eserleri yalnız Almanya içinde ve Alman dilini kullanan ülkelerde değil, bütün dünyada yüzyılımızın önde gelen klasikleri arasına girmiştir.
Savaş sonrası Alman yurttaşlarının yaşadığı tedirginliği, savaş sonucu sakatların psikolojisini başarıyla edebiyata taşıyan Böll, uzun süren bir bronşit hastalığının ardından, 16 Temmuz 1985'de, 67 yaşında öldüğü günden bir gün sonra, Bonn'da, Bornheim /Merten'de aralarında yazarların, politikacıların, Devlet Başkanı Richard von Weizäcker'in de bulunduğu, büyük bir halk kitlesinin katıldığı törenle toprağa verildi.
ÖDÜLLERİ:
Grup 47 Edebiyat Ödülü'nü aldı. Daha sonra, sayısız ödüller, nişanlar bunu izledi:
1967 "Georg-Bücher" Edebiyat Ödülü,
1971-74 "President des Internationalen PEN Clubp" (Dünya Yazarlar Birliği Başkanlığı Ödülü),
1972 10 Aralık Nobel Edebiyat Ödülü,
1974 CARL-von- Ossietzky Madalyası,
1983 Memleketi Köln'ün, Hemşehrilik Onur Profesörlüğü.
Berthold Brecht (1898 - 1956)
Burgen Berthold Friedrich Brecht, 1898 Augsburg’da bir kağıt fabrikası müdürünün oğlu olarak dünyaya geldi. Brecht, Koniglisches Realgymnasium'a gitti, ilk şiirleri 1914'te yayınlandı; edebiyata ve tiyatroya ilgi duymasına karşın, Münih'te Ludwig Maximilian Üniversitesi'nde tıp okumaya başladı. 1918'de askere alındı, gezici askeri hastanede çalıştı; 1918'de Bavyera'daki Baal'i yazdı. 1919 yılında itibaren siyasetle uğraşmaya başlayan Berthold Brecht, Münih'te Bağımsız Sosyal Demokrat Parti'ye girdi. Bu dönemde Augsburger Volkwille'ye tiyatro eleştirileri yazdı; tıp öğrenimini bırakarak, Müncher Kammerspiele'ye girdi; ikinci oyunu olan Trommeln in der Nacht (1918-20, Gecede Trampetler) burada sahnelendi ve Kleist Ödülü'nü kazandı. Münih sanat çevresine katıldı, Bavyera halk güldürüsünün temsilcisi olan Karl Valentin'le dostluk kurdu.
1924'te Berlin'e geçti, Deutsches Theatre'da Max Reinhardt'ın yanında yönetmenlik yaptı; 1924'te Marlowe'dan serbest bir uyarlama olan Leben Eduards des Zweiten vom England'ı (İngiliz Kralı II. Edward'ın Yaşamı) sahnelendi; Haşek'in Aslan Asker Şvayk'ını uyarlaması için Erwin Piscator'a yardım etti (1923); epik tiyatro üstüne görüşlerinin etkisi altında kaldığı Piscator'la işbirliği sonucunda Mann ist Mann'ı (1927, Adam Adamdır) yazdı. Eşi, oyuncu Maianne Üç Kuruşluk Opera'dan bir manzara; Tara Hugo ve Tom Hollander, Brecht'in Donmar Tiyatrosunda sahnelenen Üç Kuruşluk Opera'sındaki sahneleri Zoff'tan ayrıldıktan bir yıl sonra, ömür boyu birlikte çalışacakları Helena Weigel'la evlendi; yakın işbirliği yapacakları besteci Kurt Weill'la tanıştı; Die Dreigroschenoper (1928, Üç Kuruşluk Opera) adlı ilk epik operası, bu işbirliğinin verimli ürünü oldu.
NAZİ İKTİDARI VE VATANDAŞLIKTAN ÇIKARILIŞ
Naziler'in yönetime geçmesiyle birlikte, Brecht'in oyunlarını sahneleme imkanı da kalktı; 1933'te Reichstag yangınından bir gün sonra Prag Üzerinden Viyana'ya kaçtı; Die sieben Todsünden der Kleinbürger (1933, Küçük Burjuvanın Yedi Günahı) oyununun Paris'te oynanışından sonra, Kurt Weill'la işbirliği sona erdi. 1933 yılı sonunda Danimarka'ya geçti; 1933'te Üç Kuruşluk Opera'ya dayanan Der Dreigroschennovel (Üç Kuruşluk Roman) Hollanda'da yayınlandı; 1935'te Nazi Yönetimince Alman vatandaşlığından çıkarıldı; o yıl New York'ta sahnelenen, Gorki'nin aynı adlı romanına dayanarak yazdığı Die mutter (Ana) adlı oyununu izlemek üzere ABD'ye gitti.
Nazi yönetimine karşı etkinlikler arasında, Moskova'da yayınlanan Des Wort (Söz) adlı derginin yabancı ülke editörü oldu; bu yıllarda Nazi yönetimini hedef alan Furcht und Elend des Dritten Reiches (1935/38, Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti) gibi oyunlar ile 1938'de uranyum atomunun ilk kez parçalanması üzerine bilim adamının sorumluluğunu işleyen Leben des Galilei(1938/39, Galile'in Yaşamı) adlı oyunu yazdı. 1939'da Hitler'in Danimarka'ya girmesi üzerine İsveç'e, 1940'da da Finlandiya'ya geçti; 1941'de Helsinki Birleşik Devletler Konsolosluğu'ndan vize alarak Sovyetler Birliği üzerinden ABD'ye (Santa Monica) gitti.
Hollywood için senaryolar yazarak geçimini sağlamaya çalıştıysa da, ancak bir senaryosu filme alındı ( Hangman Also Dies, 1942, Cellat da Ölür); burada müzikçi H. Eisler ve Paul Dessau'la yönetmen Piscator ve yazar Heinrich Mann'la buluştu; Charles Kaughton'la ve Joseph Losey'le birlikte Galile'nin Yaşamı'nı yeniden düzenleyerek İngilizceye çevirdi ve sahneye koydu (1947), Charlie Chaplin'le ve kendi düşüncelerinin bir savunucusu olan yazar Eric Bentley'le dostluk kurdu; 1947'de Komünist Parti'siyle ilişkileri konusunda Amerikanca Olmayan Etkinlikler Kurulu karşısına çıktı, Hanns Eisler'in kendisinin 1930'da partiye girmiş olduğu yolundaki ifadesini yalanladı ve Kurul'un sorularını yanıtlamadı; ertesi hafta, Gelileo'nun New York temsilini beklemeden İsviçre'ye kaçtı. 2. Dünya Savaşı sırasında Brecht'in üç oyununu sahnelemiş olan Zürich Shauspielhaus kendisine yardımcı oldu ve burada kendi Antigone (1948) uyarlamasını sahneledi, Augsburg günlerinden dostu sahne
Bertolt Brecht'in Cronet Tiyatrosundaki, Galileo oyunundan bir manzara - Charles Laughton, Galileo rolünde, yardımcısı Eda Reisse Merin tarafından hizmet edilirken tasarımcısı Caspar Neher'le birlikte çalışmalar yaptı.
1948'de Doğu Almanya'dan gelen öneri üzerine Doğu Berlin'e geçti, orada karısı Helena Weigel'le birlikte Berliner Ensemble'ı kurdu (1949); topluluk, 12 Kasım'da Herr Puntila und sein Knecht Matti (Bay Puntila ile Uşağı Matti) oyunuyla sanat yaşamına girdi. Berliner Ensemble'ın dramaturg ve yönetmeni olarak görev alan Brecht, Berliner Ensemble'ı "epik tiyatro okulu" ve dünyanın en iyi tiyatrolarından biri yaptı; peş peşe sahnelediği oyunlarıyla, Berliner Ensemble, epik tiyatro pratiği ve estetiğinin merkezi oldu. 1950'de gezi özgürlüğüne kavuşabilmek için karısıyla birlikte Avusturya vatandaşlığına Geçen Brecht, 1953'te PEN Kulüp Başkanı oldu; Die Tage der Commune'den (1949, Komün Günleri) sonra oyun yazmayı bıraktı; 1939'da yazmış olduğu Paul Dessau'nun müziklerini yaptığı Das Verhör des Lukullus (Lukullus Duruşması) adlı operası Berlin Devlet Operası'nda bir temsil yaptıktan sonra kaldırıldı; 1951'de Doğu Alman Devlet Ödülü'nü aldı; 1953'teki komünizm karşıtı ayaklanma üzerine hükümete uyarıcı bir mektup yazdı; 1954'te, Berliner Ensemble, Schiffbauerdamm'daki kendi yerine yerleşti; açılış oyunu, Der Kaukasische Kreidekreis (1943/45, Kafkas Tebeşir Dairesi)
Juliet Stevenson, Kafkas Tebeşir Çemberi'nde çocuğu tutarken; Simon McBurney, Kafkas Tebeşir Çemberi oyunundaki repliğini konuşurken Juliet Stevenson, çocuğu tutuyor. Royal National Tiyatrosu
, basında yer almadı; 1955'te Moskova'ya giderek (Üç Kuruşluk Opera dışında hiçbir oyunu Sovyetler Birliği'nde sahnelenmemiş olduğu halde) Stalin Ödülü'nü ve Paris uluslar arası Tiyatro Şenliği'nde (Berliner Ensemble'la) !. Ödülü'nü aldı. Kendi tiyatrosunda (Farquhar, Hauptmann, Lenz ve Shakespeare'den) oyunlar koymayı sürdürdü; 1956'da kalp yetmezliğinden yaşamını yitirdi.