Melih Yongacı
Üye
- Kayıt
- 7 Temmuz 2008
- Mesaj
- 208
- Tepki
- 5
Selam,
Konuya isterseniz Faruk Çağla arkadaşımız son sözünden yola çıkarak başlayalım.
" ... Kültürlü olan karanlığın sonundaki ışığı görür. "
Aslında ben bu sözü daha da ileri götürmek istiyorum.
- Kültürlü olan etrafına ışık saçar. Işık karanlığı yok eder...
Bu anlamda kültürlü insanın karanlıkta kalması mümkün değildir. Hatta kültürlü insan sahip olduğu bilgi birikimi, deneyim, tasarlama ve uygulama becerisini kendi etrafında ışık olarak tutar ve bu ışıktan kendisine yakın tüm insanlık yararlanır.
Günümüz Türk toplumunda kültür erezyonu yaşadığımız bir gerçek. Her şeyden önce insanların temel kavramlar üzerinde anlaşması gerekir. Bu noktada anlaşma sağlayamayan kişilerin konunun veya durumun detaylarında yani nüansında olmadı mikro bakış açıları derecesinde anlaşmazlıklarını beklemek bence anlamsız, yararsız hatta zamansızdır.
Bu durum bir süre sonra havanda su dövme noktasına gelir ki bu da kimseye herhangi bir yarar sağlamaz. Kısır tartışma platformu bir süre sonra anlamını yitirir ve önemli olan bu konu bir daha görüşülmemek, tartışılmamak ( tartışma kavga olarak algılanmamalı ) ve çözüm yolları bulunmamak üzere tarihin çöplüğüne atılır. Sonrasında herkes bulunduğu yerde kişisel sızlanmalarını içselleştirmeye devam eder.
Matbaalarda yaşanan sorunu gün yüzüne çıkarmak ve bu soruna çözüm yollarını en azından öncelikli olarak araştırmak, soruşturmak, ortada şu an at nalı gibi duran sıkıntının insanları mağdur etmesini engellemek herkesin ortak tavrı ve bakış açısı olmalıdır. Kimse bu durumdan kendisini ayrı tutamaz. Konuya bilimsel anlamda da yaklaşsak, dinsel anlamda da yaklaşsak bakış açımız yanımızdaki kişinin haklarının çiğnenmesi ise eğer bu duruma içeriden ya da dışarıdan bakan kişilerin;
- Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın...
sözünü kullanma hakları olamaz. Kullanan var mıdır..? Bu alanda olmasa bile " Bananecilik " moduna bürünmüş bir çok kişiyi tanıdığımı söyleyebilirim. Sonuçta gelinecek noktanın herkesi zor duruma düşüreceğini aklımızdan çıkartmayalım. Gün gelir kendisine dokunmayacağı hesaplanan yılan o kişiyi hiç ummadığı yerinden ısırır. Zehirini salgılamasa bile ısırığın verdiği acı bile kişinin aklının başına gelmesine yol açar.
- Açar mı..? İşte önemli olan bu. Açması gerekir. Açmalı...
Sosyo-ekonomik yozluğun gemi azıya almış bir şekilde toplumun üzerine karabasan gibi çöktüğünü göremeyen kişilerin kapılarının çalınıp " Şimdi sıra size geldi " sözünü duyduklarında akıllarının başlarına gelmesinin ne onlar için ne de bizim için herhangi bir yararı olmayacaktır. Önemli olan tek bir şey vardır.
- Kişinin gördüğünü gördüğü andan başlayarak tepkisel ve eleştirel olarak ortaya koyması.
Tek başına bu tür bir davranış biçimi bile en azından bireylerin bir yerlere gelmesine yol açacaktır. Kişisel kurtuluşun mümkün olmadığı düşünüldüğünde bile ortaya çıkan duruma kişisel tavrını koymasını bile beceremeyen bir toplum yapısının, sektörel, toplumsal ya da daha üst bazda tavır koymasını beklemek saflık olur. Eh en azından ben kişisel olarak saf olmadığıma göre ortada dönen dolapların ve sektörün şu an içerisine düştüğü bunalımın farkına da varıyorum.
Peki, kişisel olarak bana sorulduğunda benim ilgili bu duruma vermem gereken net cevap nedir..? Şu an size verebileceğim en net cevabı veriyorum.
90'lı yıllarda bu bakış açısının yeni filizlendiği dönemde Türkiye'nin önemli matbaalarından birinin sahibiyle karşılıklı olarak yaptığımız ve kendisinin benim düşüncelerimi almak için sorduğu şu soruya;
- Melih bak bana uzun süredir matbaa içerisinde " Grafik Atölyesi " kurmam konusunda teklif geliyor. Hatta bu gün önemli ajansların birinin Art Direktörü beni aradı ve bu atölyeyi eğer kabul edersem kendisinin kurabileceğini ve başına geçebileceğini söyledi. Senin düşüncelerini hatır gönül dinlemeden açıkça söyleyen bir kişi olduğunu biliyorum. Ne dersin bu atölyeyi kurayım mı..? Unutmadan şunu da belirteyim müşterilerden de ısrar edenler var kur diye. Şu an düşünüyorum eğer kuracak olursam da bu atölyenin başında seni görmek isterim. Sana böyle bir şey teklif etsem kabul eder misin..?
- Abicim beni bilirsin iyi güzel de benim şu düşüncemi de bu arada öğrenmiş ol. Matbaa denen iş yeri hiç bir şekilde tasarım yapmaya ve tasarımcı barındırmaya uygun değildir. Bir kere her şeyden önce havası suyu buna müsait değildir. Sonrasında yapısı, hatta gürültüsü. Grafik tasarımcı adam ekabirdir. Grafik tasarımcı adam esnek çalışma ortamını sever. Bak gecenin bir yarısı olmuş ben burada seninle şu an ne konuşuyorum ama aynı zamanda aşağıda basılan işimi de takip ediyorum. Tasarımcı adamın ruhu özgürdür. Tasarımcı adamın eli özgürdür. İşte ben sırf bu yüzden bile FreeHand denen programı seviyorum. Adı gibi bir program. Konuya sırf bu anlamda bile baksak bu iş olmaz abi. Gel sen bu sevdadan vazgeç. Bu işi profesyonellerine bırak. Bırak onlar yapsınlar. Sen yapılan işi bas. Basma diyen yok. Bas arkadaş. Herkes kendi işinin uzmanı olsun. Bu dünyada da böyle Türkiye'de de böyle olmalı.
Gecenin bir saati yaptığımız karşılıklı bu konuşma sonrasında uzun uzun gülüştük ve sonrasında bu bence değerli matbaacı abimiz kendi bünyesinde tüm ısrarlara rağmen " Grafik Atölyesi " açmaktan vazgeçti. Onun yerine " Film Atölyesi " kurdu ve bir güzel de iş yaptı. Parayı da kazandı, işini de. Bu arada kendisini çaktırmadan satır arasında bana yapmış olduğu teklif te suya düştü. Hoş düştüğü de iyi oldu çünkü ben o dönem öncesinde olduğu gibi reklam ajansında ocakbaşında kebap yapan İbrahim Tatlı ( Tatlı soyadını özellikle kullandım çünkü ilgili beyefendinin asıl soyadı Tatlı'dır ) modunda çalışıyordum. Kısaca beni de bu düşünceni de geç sen en iyisi 4 renkli bir Heidelberg al işini de cillop gibi bas işte o zaman ben seni başımın üzerinde taşırım demeye getirdim.
........................
Reklam ajanslarında herhangi bir müşteriye, ürüne, bakkala, kasaba, manava, kuaföre, ( konuya uygun olduğu için belirtelim ) matbaaya bakış açısında en temel belirleyici şey ajansın müşterisi olacak kurum, ürün ya da kişilere özgü bilinirliği artırıcı, tanınırlığı güçlendirici, kurumsallığı pekiştirici konseptlerin üretilmesidir. Bu bağlamda oluşturulacak olan konseptin yaratıcı sürecinde baş rolü oynayan kişi ve yaratıcı ekibin başı Creative Director'dür. Türkçe anlamıyla söyleyecek olursak Yaratıcı yönetmen sektörel eğilim gereği çoğunlukla Reklam yazarlarından oluşur. Konsept oluşturma süreci öncelikli olarak konunun yazılı anlamda anlatımına dayalı olduğu ve görsel olarak anlatımın yaratıcı sürece geçişle birlikte başladığı gerçeğinden hareketle Yaratıcı yönetmen konsepti oluşturulan müşteri ya da ürünün yerel veya ulusal kampanyasından tutun da tanıtım kartlarına kadar görsel ve basılı her tür materyalini ( Sinema-Tv reklamları, Gazete-dergi ilanları, basılı ya da digital materyal vb... ) kapsayacak olan ajansın bakış ve sunuş biçimini müşterisine yazılı olarak sunulması sürecinin ve bu süreci oluşturan ekibin baş kişisidir. Kabul edelim ya da etmeyelim durum budur.
Yaratıcı yönetmenin reklam yazarlarından oluşması durumuna gelince, bu eve çoğunlukla böyledir. Ama Art direktörlerin ( Sanat yönetmenlerinin ) Yaratıcı yönetmen olamaması durumu da kanun hükmünde kararname değildir. Gerek sanatsal gerekçe de edebi olarak kendisini yeterli gören hatta yeterliliğini ürettiği çalışmalarıyla kanıtlamış kişilerin Yaratıcı yönetmen olmaması durumu söz konusu değildir. En azından bunlardan bir kaç tanesiyle ben tanıştım. Gerek yurt içinden gerek se de yurt dışından tanıştığım bu kişiler bu konuma gelmiş ve bu konumu kendi bünyelerine özümsemiş kişilerdi. Sanırım bu anlamda da bu karmaşaya kendimce bir yanıt getirebildim. Yoksa getiremedim mi..?
......................................
Şimdi gelelim diğer konuya. Matbaa sektöründe Grafik Tasarımcı ( bazı arkadaşlar direkt olarak Grafiker tanımlamasını yapıyor ama ben kişisel olarak bu tanımlamayı yapmak yerine ilgili kişinin titrinin sonuna " Tasarımcı " ekinin mutlaka konulmasından yanayım ) istihdam edilmesi şey pardon konumlandırılması desek sanırım daha yerinde olur istihdam buraya uyan bir sözcük olmasa gerek. Tamam konumlandırılması bence yanlış mıdır..? Bu soruyu kendi kendime soruyorum. Cevabını da kendi kendime vereyim. İyi de bu cevabı hangi bakış açısına göre vermem gerekiyor..? Kişisel bakış açıma göre mi yoksa hamasi bakış açılarına göre mi..? En iyisi konunun içerisine hamasi bakış açılarını sokmadan bir de konuya bu dallanma iznini vermeden direkt olarak kişisel bakış açımı belirteyim.
- Matbaada grafik tasarımcı konumlandırılması yanlıştır.
Yanlışları sıralamak, konunun girift yönlerini ele almak, derinlere dalıp balıklarla yol almak gibi bir düşüncem yok. Konuyu bildiğim noktadan ele alıp düşündüğüm noktaya doğru bir rota çizerim. Bu bakış açısı, kavrayış düzeyi ve sunuş şeklini benimsemek ya da benimsememek kişilerin kendi kişisel sorunudur beni bağlamaz.
Saygılar...
Konuya isterseniz Faruk Çağla arkadaşımız son sözünden yola çıkarak başlayalım.
" ... Kültürlü olan karanlığın sonundaki ışığı görür. "
Aslında ben bu sözü daha da ileri götürmek istiyorum.
- Kültürlü olan etrafına ışık saçar. Işık karanlığı yok eder...
Bu anlamda kültürlü insanın karanlıkta kalması mümkün değildir. Hatta kültürlü insan sahip olduğu bilgi birikimi, deneyim, tasarlama ve uygulama becerisini kendi etrafında ışık olarak tutar ve bu ışıktan kendisine yakın tüm insanlık yararlanır.
Günümüz Türk toplumunda kültür erezyonu yaşadığımız bir gerçek. Her şeyden önce insanların temel kavramlar üzerinde anlaşması gerekir. Bu noktada anlaşma sağlayamayan kişilerin konunun veya durumun detaylarında yani nüansında olmadı mikro bakış açıları derecesinde anlaşmazlıklarını beklemek bence anlamsız, yararsız hatta zamansızdır.
Bu durum bir süre sonra havanda su dövme noktasına gelir ki bu da kimseye herhangi bir yarar sağlamaz. Kısır tartışma platformu bir süre sonra anlamını yitirir ve önemli olan bu konu bir daha görüşülmemek, tartışılmamak ( tartışma kavga olarak algılanmamalı ) ve çözüm yolları bulunmamak üzere tarihin çöplüğüne atılır. Sonrasında herkes bulunduğu yerde kişisel sızlanmalarını içselleştirmeye devam eder.
Matbaalarda yaşanan sorunu gün yüzüne çıkarmak ve bu soruna çözüm yollarını en azından öncelikli olarak araştırmak, soruşturmak, ortada şu an at nalı gibi duran sıkıntının insanları mağdur etmesini engellemek herkesin ortak tavrı ve bakış açısı olmalıdır. Kimse bu durumdan kendisini ayrı tutamaz. Konuya bilimsel anlamda da yaklaşsak, dinsel anlamda da yaklaşsak bakış açımız yanımızdaki kişinin haklarının çiğnenmesi ise eğer bu duruma içeriden ya da dışarıdan bakan kişilerin;
- Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın...
sözünü kullanma hakları olamaz. Kullanan var mıdır..? Bu alanda olmasa bile " Bananecilik " moduna bürünmüş bir çok kişiyi tanıdığımı söyleyebilirim. Sonuçta gelinecek noktanın herkesi zor duruma düşüreceğini aklımızdan çıkartmayalım. Gün gelir kendisine dokunmayacağı hesaplanan yılan o kişiyi hiç ummadığı yerinden ısırır. Zehirini salgılamasa bile ısırığın verdiği acı bile kişinin aklının başına gelmesine yol açar.
- Açar mı..? İşte önemli olan bu. Açması gerekir. Açmalı...
Sosyo-ekonomik yozluğun gemi azıya almış bir şekilde toplumun üzerine karabasan gibi çöktüğünü göremeyen kişilerin kapılarının çalınıp " Şimdi sıra size geldi " sözünü duyduklarında akıllarının başlarına gelmesinin ne onlar için ne de bizim için herhangi bir yararı olmayacaktır. Önemli olan tek bir şey vardır.
- Kişinin gördüğünü gördüğü andan başlayarak tepkisel ve eleştirel olarak ortaya koyması.
Tek başına bu tür bir davranış biçimi bile en azından bireylerin bir yerlere gelmesine yol açacaktır. Kişisel kurtuluşun mümkün olmadığı düşünüldüğünde bile ortaya çıkan duruma kişisel tavrını koymasını bile beceremeyen bir toplum yapısının, sektörel, toplumsal ya da daha üst bazda tavır koymasını beklemek saflık olur. Eh en azından ben kişisel olarak saf olmadığıma göre ortada dönen dolapların ve sektörün şu an içerisine düştüğü bunalımın farkına da varıyorum.
Peki, kişisel olarak bana sorulduğunda benim ilgili bu duruma vermem gereken net cevap nedir..? Şu an size verebileceğim en net cevabı veriyorum.
90'lı yıllarda bu bakış açısının yeni filizlendiği dönemde Türkiye'nin önemli matbaalarından birinin sahibiyle karşılıklı olarak yaptığımız ve kendisinin benim düşüncelerimi almak için sorduğu şu soruya;
- Melih bak bana uzun süredir matbaa içerisinde " Grafik Atölyesi " kurmam konusunda teklif geliyor. Hatta bu gün önemli ajansların birinin Art Direktörü beni aradı ve bu atölyeyi eğer kabul edersem kendisinin kurabileceğini ve başına geçebileceğini söyledi. Senin düşüncelerini hatır gönül dinlemeden açıkça söyleyen bir kişi olduğunu biliyorum. Ne dersin bu atölyeyi kurayım mı..? Unutmadan şunu da belirteyim müşterilerden de ısrar edenler var kur diye. Şu an düşünüyorum eğer kuracak olursam da bu atölyenin başında seni görmek isterim. Sana böyle bir şey teklif etsem kabul eder misin..?
- Abicim beni bilirsin iyi güzel de benim şu düşüncemi de bu arada öğrenmiş ol. Matbaa denen iş yeri hiç bir şekilde tasarım yapmaya ve tasarımcı barındırmaya uygun değildir. Bir kere her şeyden önce havası suyu buna müsait değildir. Sonrasında yapısı, hatta gürültüsü. Grafik tasarımcı adam ekabirdir. Grafik tasarımcı adam esnek çalışma ortamını sever. Bak gecenin bir yarısı olmuş ben burada seninle şu an ne konuşuyorum ama aynı zamanda aşağıda basılan işimi de takip ediyorum. Tasarımcı adamın ruhu özgürdür. Tasarımcı adamın eli özgürdür. İşte ben sırf bu yüzden bile FreeHand denen programı seviyorum. Adı gibi bir program. Konuya sırf bu anlamda bile baksak bu iş olmaz abi. Gel sen bu sevdadan vazgeç. Bu işi profesyonellerine bırak. Bırak onlar yapsınlar. Sen yapılan işi bas. Basma diyen yok. Bas arkadaş. Herkes kendi işinin uzmanı olsun. Bu dünyada da böyle Türkiye'de de böyle olmalı.
Gecenin bir saati yaptığımız karşılıklı bu konuşma sonrasında uzun uzun gülüştük ve sonrasında bu bence değerli matbaacı abimiz kendi bünyesinde tüm ısrarlara rağmen " Grafik Atölyesi " açmaktan vazgeçti. Onun yerine " Film Atölyesi " kurdu ve bir güzel de iş yaptı. Parayı da kazandı, işini de. Bu arada kendisini çaktırmadan satır arasında bana yapmış olduğu teklif te suya düştü. Hoş düştüğü de iyi oldu çünkü ben o dönem öncesinde olduğu gibi reklam ajansında ocakbaşında kebap yapan İbrahim Tatlı ( Tatlı soyadını özellikle kullandım çünkü ilgili beyefendinin asıl soyadı Tatlı'dır ) modunda çalışıyordum. Kısaca beni de bu düşünceni de geç sen en iyisi 4 renkli bir Heidelberg al işini de cillop gibi bas işte o zaman ben seni başımın üzerinde taşırım demeye getirdim.
........................
Reklam ajanslarında herhangi bir müşteriye, ürüne, bakkala, kasaba, manava, kuaföre, ( konuya uygun olduğu için belirtelim ) matbaaya bakış açısında en temel belirleyici şey ajansın müşterisi olacak kurum, ürün ya da kişilere özgü bilinirliği artırıcı, tanınırlığı güçlendirici, kurumsallığı pekiştirici konseptlerin üretilmesidir. Bu bağlamda oluşturulacak olan konseptin yaratıcı sürecinde baş rolü oynayan kişi ve yaratıcı ekibin başı Creative Director'dür. Türkçe anlamıyla söyleyecek olursak Yaratıcı yönetmen sektörel eğilim gereği çoğunlukla Reklam yazarlarından oluşur. Konsept oluşturma süreci öncelikli olarak konunun yazılı anlamda anlatımına dayalı olduğu ve görsel olarak anlatımın yaratıcı sürece geçişle birlikte başladığı gerçeğinden hareketle Yaratıcı yönetmen konsepti oluşturulan müşteri ya da ürünün yerel veya ulusal kampanyasından tutun da tanıtım kartlarına kadar görsel ve basılı her tür materyalini ( Sinema-Tv reklamları, Gazete-dergi ilanları, basılı ya da digital materyal vb... ) kapsayacak olan ajansın bakış ve sunuş biçimini müşterisine yazılı olarak sunulması sürecinin ve bu süreci oluşturan ekibin baş kişisidir. Kabul edelim ya da etmeyelim durum budur.
Yaratıcı yönetmenin reklam yazarlarından oluşması durumuna gelince, bu eve çoğunlukla böyledir. Ama Art direktörlerin ( Sanat yönetmenlerinin ) Yaratıcı yönetmen olamaması durumu da kanun hükmünde kararname değildir. Gerek sanatsal gerekçe de edebi olarak kendisini yeterli gören hatta yeterliliğini ürettiği çalışmalarıyla kanıtlamış kişilerin Yaratıcı yönetmen olmaması durumu söz konusu değildir. En azından bunlardan bir kaç tanesiyle ben tanıştım. Gerek yurt içinden gerek se de yurt dışından tanıştığım bu kişiler bu konuma gelmiş ve bu konumu kendi bünyelerine özümsemiş kişilerdi. Sanırım bu anlamda da bu karmaşaya kendimce bir yanıt getirebildim. Yoksa getiremedim mi..?
......................................
Şimdi gelelim diğer konuya. Matbaa sektöründe Grafik Tasarımcı ( bazı arkadaşlar direkt olarak Grafiker tanımlamasını yapıyor ama ben kişisel olarak bu tanımlamayı yapmak yerine ilgili kişinin titrinin sonuna " Tasarımcı " ekinin mutlaka konulmasından yanayım ) istihdam edilmesi şey pardon konumlandırılması desek sanırım daha yerinde olur istihdam buraya uyan bir sözcük olmasa gerek. Tamam konumlandırılması bence yanlış mıdır..? Bu soruyu kendi kendime soruyorum. Cevabını da kendi kendime vereyim. İyi de bu cevabı hangi bakış açısına göre vermem gerekiyor..? Kişisel bakış açıma göre mi yoksa hamasi bakış açılarına göre mi..? En iyisi konunun içerisine hamasi bakış açılarını sokmadan bir de konuya bu dallanma iznini vermeden direkt olarak kişisel bakış açımı belirteyim.
- Matbaada grafik tasarımcı konumlandırılması yanlıştır.
Yanlışları sıralamak, konunun girift yönlerini ele almak, derinlere dalıp balıklarla yol almak gibi bir düşüncem yok. Konuyu bildiğim noktadan ele alıp düşündüğüm noktaya doğru bir rota çizerim. Bu bakış açısı, kavrayış düzeyi ve sunuş şeklini benimsemek ya da benimsememek kişilerin kendi kişisel sorunudur beni bağlamaz.
Saygılar...