Sayın Tuncer Özkan,
Foruma gelişinizin hayırlı olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar çok doğru bir yerde bulunduğunuza inanmasam da... Burada olmanız, elbette dikkat çekici... Grafiker ve Eğitim, Grafikerlerin Yaşadığı Sorunlar ile Grafiker ve Hukuk konularına bir göz atarak incelemenizde fayda var. En azından fikir ve sanat emeğinin değerlendirilmesi açısından oralarda bazı ipuçları yakalayabilirsiniz.
İletilerinizde bir PATRON havası sezinliyorum. EMEK ve SÖMÜRÜ konularını ustaca geçiştirdiğinize bakılırsa, bu konularda pek de yanılmıyorum. Uzun uzadıya bir polemiğe girmek yerine, son iletinizde, fikir ve sanat emeği açısından hiç de doğru olmayan ve açıkça, kabul görmüş kavramları ters yüz ettiğine inandığım bir kaç çelişkili noktaya işaret etmek istiyorum:
- Grafik sanatlar, maalesef, reklamcılığın gölgesi ve hatta "tasallutu" altındadır. Özellikle grafik tasarım, tamamen, reklam endüstrisinin bir uzantısı, bir yan sanayii gibi görülür ve gösterilir. Halbuki, grafik sanatlar, reklamcılığın doğuşundan çok önce de vardı, reklamcılık bitip tükendikten sonra da var olmaya devam edecek.
Reklam amacı dışında, ancak akademik düzeyde, hocalar ve öğrencilerinin, piyasa şartları bilgisinin tamamen dışında, "deneysel" işler yaptıkları, okulda öğretilenlerin çalışma hayatında hiç bir işe yaramadığı, bunların bir tür "entelektüel snobluk", ayrıcalıklı bir sınıfın bol bolamat bulduğu boş vaktini değerlendirdiği bir tür eğlence olduğu, genel olarak da, topyekûn, bütün bunların "boş işler" olduğu propagandası yapılır ve "necip milletimiz" buna öyle de inandırılır.
Ondokuzuncu yüzyılın Fransız Ressamı Toulouse-Lautrec, soylu bir aileden geliyordu ama kendisini zamanın sanat erbabına (Fransız Akademisi) kabul ettirebilmek için epey uğraşmıştı. Resim yapacak zamanı ve yaptıkları ile geçinmeye zorlanmayacak kadar parası vardı. Buna rağmen, zamanın ünlü revü (gösteri) merkezi Moulin-Rouge'un afiş siparişlerini kabul etti. Moulin Rouge, her gece gösteriyi izlemeye gelen ve sahnedekileri çizen bu ressamın, en iyi afişi tasarlayacağına inanmıştı. Toulouse-Lautrec, üstelik, doğuştan engelli ve kısa boyluydu. Ailesini reddetmesi ve doğuştan gelen bu özellikleri sayesinde, bugünün terimi ile "hırs yaparak" Moulin Rouge afişlerini, zamanın bütün sanat ve baskı tekniklerini zorlayarak, her türlü sınırlamanın ötesinde, başarıyla gerçekleştirip, yetiştirdi. Afişlerin tasarımlarını yapıp matbaaya bizzat gitti. "Litografide böyle renkler yoktur, bunu basamam" diyen matbaacıyla kavga etti ve oturup, baskı mürekkebini bile kendisi üretti. Sonunda ortaya, gerçek birer sanat eseri çıkmış ve zamanın Paris'inin duvarlarında yerini almıştı.
Toulouse-Lautrec'in bu afişleri, bugün en önemli sanat müzelerinde korunurken, Moulin Rouge'un sahipleri, "siparişi veren" olarak, "bu afişlerin sahibi olduklarını" iddia dahi etmemişlerdir.
Kısaca, siparişin "sanat" olması için, müşterinin onu sipariş etmiş veya etmemiş olması değil, söz konusu "sipariş" üzerinde, yaptığı işi sanat olarak gören "sanatçının", kendi özgür iradesi ile ne kadar "emek harcadığı" ve ne kadar "estetik değer ürettiği" önemlidir.
Sizin görüşünüze göre, İhap Hulusi, bir "sanatçı" değildir (Hatta "zenaatçı"dır). Cumhuriyet döneminin en önemli grafik tasarımcısı olarak, kendisine, özellikle devlet kurumları ve devlet bankaları tarafından sipariş edilen afişleri, logoları ve illüstrasyonları, sırf müşteri tarafından sipariş edildiği için, "sanat eseri" sayılmaz. Size göre, bu tür işlerin sanat eseri sayılması için, zamanında değerinin anlaşılamaması ve sanırım, özellikle de sanatçının ölümünün üzerinden "yetmiş yıl" geçmiş olması gerekmektedir -ki, telif hakkı ödemeden bu eserler, "rahatça" kullanılabilsin!
Reklamcı mantalitesi ile ne kadar sanat emeği örtbas edilmeye çalışılırsa çalışılsın, dediğiniz gibi, herkes, "yaptığı işler"le anılır, çalıştığı reklam ajansı ile birlikte değil.
Bir taraftan da, ajansta yaptığı işler arasından, sanatçının beğendiği veya beğenmediği çalışmaları olabilir ve bunları da elbette sanat eseri olarak görmek isteyebilir. Buna kim, neden engel olsun ki? Ajans sahibi veya müşteri, karşısına dikilip, "Hayır onları sen yapmadın, ben sana yaptırdım, sahibi benim" mi diyecektir? Maalesef, Türkiye'de bu tür vak'alar çoktur.
- "Müşterinin briefi sizi belirler, koşullandırır. Metin yazarı fikri oluşturur,grafik departmanı bu fikri aslanlar gibi görselleştirir.Tıpkı bir fotoğrafçı gibi, tıpkı bir kuafor gibi, tıpkı bir matbaacı gibi. Sizin buradaki işiniz malı daha çok satmak, müşteriye daha çok para ya da neyse kazandırmak. Karşılığında ücretinizi alırsınız"
Hayır, buraya kadar anlaşmıyoruz! Bu, salt bir "ücret almak" meselesi değildir. "Sanatçı, sadece ücretini alır ve arkasına bakmadan, ürettiği bütün emeğini müşteriye bırakır ve gider" görüşüne katılmak, mümkün değildir.
Bir kere, bu kısımda ileri sürmüş olduğunuz görüş, Fikir ve Sanat Eserleri Yasası'na tümüyle aykırı bir durumdur ama meseleyi, şimdilik, hukuk açısından değil, sanat ve emek açısından irdelemekten yanayım.
Burada sanırım, bütün fikri müşterinin verdiğini, dolayısıyla, "fikir sahibinin" müşteri olduğunu düşünüyorsunuz. Metin yazarı fikri oluştursa bile aslında onun ürettiği fikir dahi müşteriye ait bir "mal"dan başka bir şey değildir. Kısaca, müşteri, bütün ajansı, neredeyse parasını bastırıp satın almış gibidir. Tıpkı, pazardan patates alır gibi!
Malın daha çok satılması, Toulouse-Lautrec'in yaptığı gibi, "mütevazı" bir sanat emeği çabasına bağlı ise ne yapacaksınız? Daha doğrusu, malın piyasada "farklılaştırılması", ancak estetik oranı yüksek bir çalışma sonucu gerçekleşecekse, böyle bir kampanya sonunda ortaya çıkan iş, "sanat"tan sayılmayacak mıdır?
- Metin yazarı nasıl "orijinal" bir fikir üretiyorsa, bu fikri görsel olarak tasarlayan da, aynı şekilde "orijinal" fikir üretir. Arada özgün fikir üretimi açısından hiç bir fark yoktur. Müşteri ve ajans sahibi, "emeğin yabancılaştırılması" denilen sömürü sistemi yoluyla, hiç bir emek harcamadığı halde, bu özgün üretimlere el koyar ve sahiplenir.
- Bu arada, sanatçının, gözlem ve hayal gücü ise yabana atılmaktadır. Müşterinin "brief"i verirken, her şeyi "tam ve doğru" verdiğine, dünyadaki bütün estetik bilgileri absorbe ettiğine inanıyorsanız, eğer, diyecek bir şeyim yok! Böyle müşteri, zaten sanatçıya ihtiyaç duymaz ki!
Farklı bakış açıları, ancak farklılaştırmayı becerebilir. Sanatçı, herkesin baktığı pencereden dünyaya baksaydı, müşterinin ona hiç ihtiyacı olmazdı. Müşteri, malını farklılaştıracak, margarini "Sanayağı" olarak belletebilecek güce sahip, bu tür farklılıkları üretebilecek "farklı ve estetik üretim yapabilecek" beyinler aramaktadır.
- Öte yandan, Neruda ve Nazım Hikmet örneklerini verirken, sanatçının, herkesten ayrı, neredeyse "bencilce", tekil bir üretim yaptığında, kendisi için bir takım karalamalarda bulunduğunda, ancak sanatçı olabileceğine ilişkin, ilginç bir sav ileri sürüyorsunuz. Buna karşılık, Nazım ve Neruda'nın muhteşem örnekleri karşısında, "halk için sanat" durumunu da göz ardı edemiyor ve mecburen bunu da savınıza katıyorsunuz. Halbuki, her ikisi de, neredeyse bireysel aşk şiirleri yazarken bile toplumculuktan vazgeçmeyen iki sanatçı. Nereye sığdıracağınızı bilememişsiniz. Salt "emek ve estetik" açısından bakabilseydiniz, bu kadar zorlanmazdınız. Gayet açıktır ki, Nazım ve Neruda, toplumcu düşünce yapıları ile şekilendirilmiş ve zenginleştirilmiş bir estetik sanat atmosferi içerisinde o şiirleri üretmişlerdir. Bu şiirler için onlara, Komünist Parti tarafından "brief" verilmemiştir. Ama bu şiirler, bugün bile çeşitli sol ve komünist örgütlenmeler tarafından çeşitli vesilelerle kullanılmaktadır. Bu durum, size göre Nazım ve Neruda'nın birer "zenaatçı" sayılmasını gerektirdiği halde, onları böyle nitelendiremiyorsunuz. Çünkü, sanat ve estetik karşısında zenaatçının nerede durduğunu, iyi biliyorsunuz. Böylesi bir şaşırtıcı iddiaya herkes itiraz edecektir. Nazım ve Neruda, sanatçıdır.
- Zenaat ise feodal veya Asya tipi üretim biçimlerinin uzantılarından başka bir şey olamayacak ve kapitalizm tarafından, zorunlu olarak yok edilecektir. Toplumsal pazar ihtiyaçlarını karşılayan geçmişte ve geride kalmış üretim biçimleri ile her zaman ileriyi görmüş ve göstermiş sanat ve estetik üretimini karşılaştırmak ve zaman zaman aynı kefeye koymak, kapitalist üretim ilişkileri açısından, her zaman hatadır ve sonuçları, hep hüsran olmuştur.
- Size de başarılar, mutluluklar,
Levent Elpen